Monday, November 11, 2013

miracle in cell no.7

benim bi blogum vardı di mi? bazı şeyler ne çabuk hayalmiş gibi mertebesine geçiveriyor..

biraz yazmış olmak için biraz da kendime o kadar da uzun bir geçmiş değil idi hatırlatması için özet geçeyim dedim: komedi falan değil la bu film!!

bir pazar akşamı renkli eğlenceli bir film açayım da keyfim gelsin demişken ağlamaktan kendimi helak edip içimi kuruttum resmen.




nereden estiyse aklımda bunun bir komedi filmi olduğu kalmış; lakin öyle değil, hele herhangi bir ailenin acılarına dayanamayan tipte biriyseniz gayet de dramın şeker renklerde ama ağır dozda verilmişi...

şeker niyetine giden kısmı bu üstteki velet. sevimliliğin yanı sıra  nası bi oyunculuktu ajitasyonunu yidiiim. filmin konu olarak pek bir dramı yok aslında, ama zeka geriliği olan dünya iyisi baba-tam bir bitirim kız ilişkisi, birbirlerine seslenişleri, ayrılmaları, kavuşmaları...ma'fetti beni azizim. 



mütemadiyen resimlerle geçiştirebilirim sanki, çok sevdim veletcikle babasını. aslında o kadar da acıklı olmayan konusu ise zeka geriliği olan babasıyla beraber yaşayan kızımızın sailor moon'a bi düşkünlüğü vardır. babası kıza sailor moon çantası almak için aynı yaşlarda başka bir çocuğun peşinden giderken bir şekilde ölen bu kız çocuğunun ölümünden sorumlu tutulan babasının hapse gönderilmesinin ardından yetimhaneye düşer. o ara hapisteki babası hücredeki diğer elemanın hayatını kurtarır ve altta kalmamak için bu tip kızını iki saatliğine hücre içine kaçırır. fakat o ara işler ters gider, kızı çıkaramazlar derken gardiyan basar bunları falan filan derken bakmışsın bütün hapishane dönem dönem kızı içeri babasının yanına sokmaya çalışıyor, olayı çözüp babasının mahkemede kendi savunmasını hazırlamaya çalışıyor gibi şeyler... böyle okuyunca işte insan niye ben böyle tükendim ekran karşısında diye düşünüyor tabi.. 


dur şunu da diyim... şu üstteki gözlüklü var ya... gong yoo sandım ya ben onu bi an..an da değil tamam itiraf etmişken tam olsun, baya baya "o mu ya, yok yaaa çok çirkin" ikileminde kaldım ilk bölümde.. şu çekiklerin hepsi de...




filmi genel olarak beğensem de yiğidi öldür hakkını yeme (bu buraya pek uymadı sanki de) filmin başı ve sonu sabır işi izlemesi .

Saturday, June 1, 2013

zürich'ten #DirenGeziParki #OccupyGezi

hiç bir organizatörü tanımıyorum ama bugün benim bildiğim üç tane gösteri düzenlenmiş.

14:00 : Helvetiaplatz
15:00 : Marktplatz beim Rathaus
18:00 : Zürich Hauptbahnof


diğer şehirlerde de var. birinden birini yakalayın lütfen!



bu kadar pasif/apolitik milleti böylesi sokaklara döktünüz ya!.. helal olsun?



neden bahsediyor bu diyorsanız ise izleyin: http://www.canlitvizletv.com/2013/01/halk-tv-canl-izle.html



Thursday, May 9, 2013

memories of matsuko




elimizde acıların çocuğu matsuko varken bu kadar şirin hatta eğlenceli bir film oluşturmak pek bi başarı.. insanlar durmadan hayatını alt üst ederken tek derdi aslında sevilmek ve yalnız kalmamak olan matsukonun trajik hayatını, küçüklüğünden başlayarak izliyoruz aralarına moulin rouge kıvamında şarkılar serpilmiş amelie müzikali havasındaki ama yine de onlardan farklı duran çekimleriyle.

nesi farklı dersen, ben de açıklamak istedim ama konuyu toparlayamadım (hayatı kötüleştikçe çoğalan/canlanan renkler?yok bu da değil) ve kolaya kaçıp fragmanı aşağı yukarı filmin izleyiciye neler sunacağını veriyor sanırım diye bağlayayım




god is love- god is matsuko


Wednesday, May 8, 2013

iran sineması




kıssadan hisse,


iran sinemasının gelişimini merak eden var mı?

"Iran a Cinematographic Revolution" diye bir belgesel yapmışlar, iran sinemasının gelişimini yönetmenlerin ağzından dinlerken yakın dönem tarihini de hatırlamış olmak için:

http://youtu.be/ngIA8tUN2AE




Friday, May 3, 2013

Japonya'ya mı gitsek? / International Student Conference

kendi kendimi kopyalıyayım.. burayı asyaya meraklı daha çok insan okuyor sanırım?


iyicene "bizim etkinlik" haline gelmeden artık başkalarının da haberi olmalı gitmeli katılmalı cıvırmalı gezmeli etmeli..

öğrenci ise..

adam gibi açıklayayım... japonya'da her sene 2 haftalık uluslararası öğrenci konferansı düzenleniyor. japon ve yabancı katılımcılar ilk haftayı "study tour" adı altında japon kültürünü tanıma amacıyla 5 şehire (kyoto,kobe, osaka, okayama, kyusyu) dağıtılıyorlar. her şehrin programı biraz farklı oluyor, ama özetle burada aile veya öğrenci evinde kalıp, ye iç gez çeşitli japon işi etkinliklere katıl kaynaş konuş gibi şeylerle geçirdikten sonra haftanın sonunda tüm katılımcılar tokyo'da buluşuyor ve etkinliğin esas konferans kısmı başlıyor. bu arada belirteyim, konferansın konuları dünyadaki sosyal sorunlar üzerine... katılımcılar daha önceden seçtikleri tartışma grubunda bu sorunları inceleyip bir çözüm önerisi getirmeye çalışıyorlar, ama bu "tartışma" kısmı genelde yarım gün oluyor, öğleden sonraları ya tartışma konusuyla alakalı bir teknik gezi ya da kültürel gezi falan olup, akşamları da japon işi eğlencelere akmak (=karaoke?) şeklinde geçiyor.. ve tabi konuşma dili ingilizce, bilmem belirtmeye gerek var mı...

ben çok eğlendim, hiç aklıma gelmeyecek yerlerden çok güzel insanlarla tanıştım, kendimin de şaşırdığı bir şekilde hala iletişim halindeyiz, hatta üşenmediler avrupada bir yerlerde buldular beni ve daha da bi kıymetlendiler gözümde falan.. benden sonra bi kaç tanıdığım da katılıp benzer anılarla döndüler..  dolayısıyla isterim ki herkes bunları tecrübe etsin. ama, "ay ben balık sevmem suşi denemem yeşil çay mı tövbeler olsun, kahvaltıda ekmek peynir yemezsem ölürüm" kafasındaysanız avrupadaki etkinlikleri araştırın, yormayın kendinizi oralara kadar, ne size ne çocuklara işkence olsun zaten düzenleyenler 20 yaşların başındaki öğrenciler, profesyonel adamlar değil. ki işin eğlencesi de bence burada.. bu kafada değilseniz (sitelerinde de dedikleri gibi think as a world citizen), katılın anacım şuna. hem bak bu sene yabancılar için katılım ücretini de düşürmüşler. hatırlamıyorum önceden ne kadardı, ve hatta hesap etmedim de kaç liraya tekabül eder ama içinde yeme+içme+kalma+taşıma-ücretinin-çoğu dahil olunca kendiniz gitseniz eşek yükünle para vereceğiniz japonya için bence ucuz kalıyor.
(ama o uçak bileti yok mu o uçak bileti...)

japonları sevin sevdirin fahrikomitesi adına, 30 mayısa kadar şurdan başvurun canlar diyerek de bitiririm:
http://isc59.gonna.jp/index_EN.html

https://www.facebook.com/InternationalStudentConferenceByISA







Thursday, April 25, 2013

canlandıranlar festivali

animasyon ve bu yıl için kore kilit kelimelerini içeren bir festival haberi de vereyim dedim istanbul ve ankara'dakiler için

http://www.canlandiranlar.com

(gerçi ben türk kısmını merak ettim programa bakarak)  




Canlandıranlar Festivali Fragmanı (Kısa Versiyon 3) from canlandıranlar animators on Vimeo.



insanın tek derdinin yarın karşıya geçsem mi adada mı pineklesem olması ne acayip bi şımarıklıkmış, nası bi bohemlikmiş meğer, pöhh

The Foreign Duck, the Native Duck and God in a Coin Locker

bir önceki filmle bırakmak istemedim, çok depresif gibi..değil de.. yani demin birden böyle bi'şey aklıma geldi, dur dedim bir de şu filmden bahsedeyim, sanki çok eğlenceliymiş gibi. değil aslında ama negatif hislerle dolup taşmıyorsunuz sonunda, böyle bi yazık ya la hissi en fazla kaplar içini. ama adı çok eğlenceli, en azından "ördek" figürüne olan ayrı bir hassasiyetimle ben çok beğendim bu ismi. nerden buldun dersen, fish story derim. onun yönetmeni yoshihiro nakamura ve senaryoyu yazan kotaro isaka'nın işi efendim. o yüzden abuklu eğlenceli birşeyler bekleyerek konusunu okumadan başladım izlemeye.

fish story'de olduğu gibi burada da hikayeyi etrafında çeviren bir şarkı var. bob dylan'dan blowing in the wind bu sefer. daha sakin. ve belki de dolayısıyla film de daha sakin fish story'e kıyasla.





isimleri atarak anlaşılacağı gibi yabancısı/yerlisi olma hali film; ya da yarası olan..'dan dem vurarak o kısma takılan olabilir (!).  diğer taraftan bakarsak ise bir ileri bir geri sarak anlatılan bir hikaye ve güvenmememiz gerektiği söylenen bir komşu karakteri ile verilen butan'lı öğrenci gizemi var. butan'ın kendi başına yeterince gizemli bir ülke olduğu yetmezmiş gibi (zamanında takıldığım bu ülkeye şurayı okuyanın da aklına sokmak adına işbu youtube videosu ve en kısa yoldan ekşisözlüğü önermek istedim. gerçi ilk entryde bahsedilen yabancı turist sayısında bir limit bildiğim kadarıyla yok ama ülkeye belirtilen turizm acentalarından yapacağınız rezervasyon sonrası girebiliyorsunuz. doğaya/ülkenin kültürüne saygılı "kaliteli turist"i çekmek imiş amaçları. gibi şeyler) ehemm neydi, yetmezmiş gibi, bir de bu neyine güveneceğimizi bilemediğimiz ileri geri saran senaryoyla benim ilgimi çekti film.

filmin laf salatası olmayan düz bir özetini de yapıp bitireyim.. başka şehirdeki üniversiteyi kazanıp kendisi ufaktan bir eve taşınırken yan komşunu olan iki tiplemeyle tanışır, biri moron mudur dilini mi yutmuştur nedir konuşmaz öteki ise konuşmayı bırakmaz ve bhutan'lı öğrencinin hikayesini -merak uyandıracak şekilde- anlatarak ve ona yardım edelim (en bi kapsmlı japonca sözlüğü çalalım ki native duck/foreign duck farkını anlasın!  gibi -japoncada bunun için iki ayrı kelime var imiş)  ısrarlarıyla bir şekilde bu yeni taşınanı da peşinden sürükler. bu arada hikayeye pet shop sahibi de girer, yeni öğrenciye o bhutanlının hikayesini anlatana güvenme diye uyararak. halbuki öteki de buna güvenme demişti. böyle işte. azıcık da kız meselesi ve ondan da daha az miktarda japon kültürene dokundurmalar diye de eklersem gayet başarısız başka bir özet daha yapmış olurum. ama zaten film hikayesi için değil hikayeyi anlatış şekli için izlenesi.

üzücü bir hikaye aslında, abukluğu da az fish storye kıyasla ama ileri geri giderken sonunu bağlayış şeklinin hatrına öneririm.






etrafımızdaki yabancıları sevelim, onlara hep yardım edelim, di mi? yazık onlara da..  :)






Wednesday, April 17, 2013

yurtdışında yaşayanlar volume2?: iyi seneler londra

(filmi geçenlerde izleyip, hemen akabinde yazıyı yazıp bırakmışım öylece. günlük mü film tanıtımı mı belli değil, belki ondan bırakmışımdır)


Nasıl nefret ettim, nasıl tiksindim-gerildim-sinir oldum-kızdım anlatamam. Çok başarılı. Sanırım amacı da bu filmin. Allahtan aralarda sahneler bir iki saniyeliğine kesiliyor da bi nefes alıyor insan.


Filmi izlemeden önce (bayadır aklımdaydı ama bulamamıştım) gereksiz uzun sahneler gibisinden yorumlar okumuştum ama filmin niyetinin rahatsız ederek devam etmek olduğunu sandığımdan bana pek öyle gelmedi. tahammülünün zor oluş şekli yani konu ve diyalogların rahatsız edici olması, bence genel izleyiciye bunu hissettiriyor. bir de tek tük mekanda, kamera iki üç oyuncunun suratında yakınında olması falan. şeker gibi adı olsa da rahat rahat izlenecek bir film değil yani


Konuya gelirsem, baya baya bi kadının yaşadığı kabus gibi geceyi gösteriyor yurtdışındaki türkler karakterleri arasından 4ünü kendisine baz alarak ve o kadar sinir bozuyor ki filmin sonunda olanlarla -komik olaylar olamamasına rağmen- hass..r diye gülebilyorsunuz
Haleluya..

Bi de o sonda çalan portecho (nande) ile de bi güldüm. “Çıkmasa şaşardım” gibisinden.. İyi de olmuş açılıyor insan.  winter calls renewal time nisan ortası gelmiş anca gönderiyoruz kışı teyallaam.. Burdan da yine kendime yoracak birşey buldum.neyse..

Nande by Portecho on Grooveshark

Ünlü şarkıcımız var, Yaşar (Ülkü Duru).. Entellektüel, ve sanırım sanatçılığın getirdiği bir şeyle halktan öyle çok kopuk değil. Ama yalnız. 20 yıl önce suratını filmde göremediğimiz Enver’i ortada bırakmış bi şekilde (hayat öyle gerektirdiği için?) ve 20 yıl sonra onun bulunduğu şehire gitme fikri bile alt üst ediyor kadını.

Diğer entellektüel kesimden geçinen karakter, Zuhal Olcay'ın ki. Suratsız bir İngilizle evli ama iletişimleri kopmuş, sırf kocasından değil özünden ve halktan da kopmuş, dili bozulmuş (polish.. polonya..neydii?), üst tabakayı temsil etse de mutsuz ve çıkışı camda arayacak kadar buhranlarda

Ve diğer taraf..

Ali Atay'ın yüzüne çarpma isteği yaratan Firuz mesela.. İletişim kuracak kadar oranın dilini bilen, gözüaçık, işbilir, adamına göre muameleyle kendini kanıtlama derdinde (negatif bi şey olarak..  böyle bi ben adapte oldum’lar buraların adamıyım’lar, üst konumdakine hay hay paşam alt tarafa çalış lan, ben olmasam sen bunu başaramazdın’lar, o var ya x’siz hiç’ler, ağzı bozuk konuşurum ama anama laf edemezsin'ler) vatandaşlık almasına az kalmış Bolvadin'li bir otel çalışanı. Tam anlatamadım aslında..

Diğer yurtdışındaki Türk tipi ise oraya yeni gelmiş, konuşulan dile hakim olmayan, daha kendi değerlerinden (ahlak) kopmamış, birisi aracılığıyla (Firuz) bulduğu işte ne olursa olsun tutunmaya çalışan..

Bir kaç karakter daha var tabi, de özetle böyle.  Bi de zaten o karakterler hakkında eni konu üstünde durulmamış, ben de es geçiyorum.


Şimdi ben çok inandım Ali Atay ın konuşma şeklinin gerçekçiliğine falan, buna dayanaraktan azıcık şaşırdım. Al bu taraftaki gurbetçiyi vur oraya, türkçelerindeki kayma aynı yöndeymiş. Nedense bana Almanca konuşulan ülkede bulunan kişinin Türkçesindeki kaymayla İngilizce konuşulandaki farklı olur gibi geliyormuş meğerse (Amerikan aksanıyla türkçe konuşaya çabalayanlar yüzünden mi idi acaba?). Neyse, esas vurgulamak istediğim bu Firuz karakteri o kadar gerçekçi ki ben onu baz alarak allah allah böyleymiş demek ki diyebiliyorum (evet, yaşlanınca karaktere kaç evladım tuzak o diye seslenecek kafaya gelicem inşallah)


Sinir olma yönünde gerilim yaratma ve karakterler açısından başarılı bulsam da açıklar da bırakan bir film. Açık derken, ben takıldım.. üstteki takıntı gibi bişey yani belki. Ya ama yine de Enver'in niye yüzünü görmedik ya? O öyle sıradan uyum  sağlamış herhangi bir ingilizden biri mi yani? Hem ne o öyle o askı bir takık bi düşük ,zaten oraya kadar iyiden bi sinir olmuşum her bi olan bitene, bildiğin tepem attı yok yere

(o elde bir yönlendirme mi var?)

  http://www.impawards.com/intl/turkey/2007/posters/iyi_seneler_londra.jpg



Çok acayip kafalar var bu yurtdışındaki Türkler arasında, ve bunlar önüme sunulunca sevinen bi manyak mı oldum merak ediyorum şunu da yazarken aslında... Made in Europe'u da bu filmlerde falan direk olarak bahsedilmeyen ama var olan karakterleri yansıttığı için sıkılmadan izlemiştim.

Malum birinci dereceden olmasa bile sanırım herkesin dıdısının dıdısı şeklinde yurtdışında göçmen olarak yaşayan tanıdığı vardır. Ben sanıyordum ki bunlar işte gördüğümüz kadarı, türkçesi bazısının bozuk, bazısı gittiği yerin dilini öğrenme ihtiyacı duymamış, gelip oraları böyle güzel biz şöyle rahatız bakın neler getirdikli muhabbetler çeviren, memleket gibisi var mı diye ekleyen öyle masum bir arada kalmışlık..  saflıkmış. İnsan dediğin cins cins, bu açıdan o demek istediğim "çok acayip kafalık"...  şimdi düşünüyorum da bunlardan Türkiyede de var muhtemelen, ama hani yerlisisin ya oranın bir çevren var “diğerlerini” görmezden gelebiliyorsun, çevrenin dışına çıkmıyorsun,yani o diğerini tanımak adına bi teşebbüste bulunmana gerek yok.. Yoksa bi kaç sene önce yaz ortası Alanya'ya gitmek gibi bi gereksizlik yapmıştık ki o “acayip kafalar”ın potansiyeli vardı aslında. Ama yurtdışında olunca, bir yerde sıfırdan başlaman gerekince ve en önemlisi  tamamen sıfırdansa, yani "ülkede teksin ama tek yapman gereken para harcamak değil" durumundaysan bu Türkiyede gördüğün "göçmen aileler" "gurbetçiler" ne dersen, onlar çok çeşitliymiş aslında, çok başka kafalardaymışlar ve sen küçük dünyanda çırpınmaktaymışsın o güne kadar bunu anlıyorsun. Evet, o entel grup var dertsizlikten dert ediniyorlar, Firuz da var dertlerinden belki akli dengesizlikler içinde, mehmet miydi sallıyorum adını otelin restoranındaki diğer Türkten de var, öğrencisi de var, her iki kültüre tamamen ayak uydurabileni de var, bunu başarısızlık olarak göreni de..
ıyhh bi ürperdim aklıma gelince, Firuz benzeri biri burada da vardı –onun kadar manyak mıydı bilemem, bilmek hiç istemem-  ve karşılaşmamak kaçmak adına az çabalamamıştım.. “serseri çocuk”lar, tabi.. ...


Ve filmi, çekildikten bilmem kaç sene sonra izlediğime de sevindim, zira bebek bakarken denk gelseydim zaten kafada bi ton ya şu bu olursa elin bebesine korkuları var iken,muhtemelen işi bırakırdım herhalde direk. Sonra gel de uğraş yumuşatılmış firuz’larla orda burda şurda çalışırken..Bir de takıldığım diğer konu, kaç sene geçmiş yalan olmuştur herhalde devam filmleri. En azından leyla ile mecnun oldukça? Firuz daha ingiltereden atılıp bolvadin’de soluğu alacak mı, intikam diye istanbul’da yaşar’a saracak mı yoksa geçmişe gidip gördüğümüzün öncesini mi anlatacak bu “acayip kafalar” neyin eseri onu mu göreceğiz ama bunlar gibi de basit olmaz “yok artık” dedirtecek bir şey olur, olursa o nasıl olur.. meraklardayım işte
(yazıp sonra ropörtajlara baktım da, Berkun Oya yaza senaryoya başlamayı planladığını söylemiş, galiba time out'taydı)


Ne yazdım... Dedim ya çok gerildim şiştim ettim (bir de doluyum şu yabancılık mevzusunda, bunun haricinde sıkışık vakitte kafa dağıtma aracı yaptım burayı, uzun yazmamın itiraf etmekten kaçındığım sebebi.. nası yetişçek ya la iş şimdi?)... Evet öneririm, ama çerezlik değil baya dolduruyor-şişiriyor insanın içini.
Nanik yapar gibi bir “iyi seneler”. Gündüz vakti, güneşli havada tek dozaj alıp sonra açık havaya kuşlara kelebeklere salınız bünyeyi

Thursday, April 4, 2013

trendler?

daha önce şurada bahsettiğim natsumi hayashi'den sonra zamanı durdurmak japonya'da moda olmuş mu ne... sabah sabah güldürdünüz ya beni caponlar ne diyim size... harlem shake gitsin bu gelsin bari



tüm resimleri buraya alma niyetim yok, kalanı şu albümde: http://imgur.com/a/LsgGd?gallery

Monday, March 4, 2013

sevdim ki..

.. diyip gideceğim.

bu katachi'nin hem kendisini hem de videosunu, ve clocca ile decorate'in kliplerini ..



hem bazen hayat *mışyapmak gibi zaten

Friday, February 8, 2013

shonen merikensack

fish story'i olaki izleyip beğendiniz, lakin absürdlüğe doyamadınız bir tutam kankurô kudô filmi "shonen merikensack" alınız, kafi gelecektir..



müzik şirketinde yetenek avcılığı gibi bir işten kovulmasına ramak kalan kanna-kız, internette rasladığı bir punk grubunu hemen patrona gösterir, zerre araştırma yapmadan. zamanının punkçılarından olan sazan patronsa olaya atlar, ve kız daha grupla görüşmeden ülke çapında turne ayarlar falan filan... böyle gaz bir tipimiz elde dursun. gruba gelirsek, yetenek avcısı için azıcık kart kaçacak yaşta -40-50 arası- hatta solistleri yürümeyi bırak konuşamıyordur bile.

ve bir gazla turlarlar ülkeyi


yol filmlerinden alışıla geldiği gibi, geçmişle hesaplaşmalar da var içinde. şimdiki zaman ve geçmiş zaman arasındaki bağlantı ise grup hakkındaki video kayıtları ve röportajlardan oluşan belgeselimsi ile sağlanıyor ve biz 25 yıl önce neymiş abiler görüyoruz.

azıcık spoiler a kaçacak belki resimler ama film böyle işte. dramatik bir an gelecek gibi oluyor, yerine puhahah dedirtiyor



ve the end...




önemsiz notçuk: fish story'deki gibi burada da bir şarkı sözünün üzerinde duruyorlar biraz

bir de sonradan bir edit: arkadaşa yollamalık fragman ve babanın resimde gördüğümüz anını arıyordum "telya walking and being stupid" başlığıyla şunu gördüm. telya karakterinin birilerine bir gönderme olduğu belliydi de pek bilmediğim bu japon şarkıcıları için böylesi direk bir gönderme olduğunu düşünmemiştim. meğerse akumu chanda aaa bu oymuş dediğim gackt imiş kendisi. hep aynı eksende dönüp duruyormuşum gibi sanki...
(ve neredeyse tamamen kendi yazılarıma link vererek de kısır döngümü sürdürmeye devam ediyorum)

Thursday, January 24, 2013

osozaki no himawari

sizi bilmem de ben kıştan payımı şimdiden aldım, kara doydum taştım güneşe hasret kaldım ve dolayısıyla bu diziyi izlerken huzur buldum (tamam, abartıyorum azıcık). başka da bir şey bulamadım ama genel olarak sevdim kendilerini. insana zerre birşey katmayan ama bir(kaç) çırpıda biten (10 bölüm) slice of life grubunda izlenesilerden. akumu chan dan sonra güzel sanmış da olabilirim belki. 

aslında yaz mevsiminde geçmiyor dizi, ama kar görmüyorsunuz ki beni yatıştırıcı bir şey. onun dışında pastoral hayat çok görmesek de doğal güzellikleri pek bol ve genç nüfusu azalmakta olduğundan gayet sakin bir kasaba hayatı var. büyük şehirden küçük kasabaya (ya da epey küçük bir şehre, nüfus 10bin işte) gelen iki karakterimiz var (bknz aşağısı). biri yerlisi, tokyoda kanser araştırmaları yapan kızımız azıcık doktorlukta tecrübe kazansın kisvesi altında kasabasının hastanesine postalanır, diğeri de üniversite bitirdikten sonra,3er yıllık parttime işler dışında 6-7 yıldır bir baltaya sap olamamış, kız arkadaşı tarafından da terkedildikten sonra yapacak daha iyi birşeyi olmadığı için düşük ev kirası ve ona kıyasla fena olmayan parasıyla buradaki şehri canlandırma/destek komünitesinde gönüllü olarak çalışmaya başlıyor. yaptığı iş de yaşlılara destek olmak (tamir işleri veya gidecekleri hastane gibi yerlere arabayla servis gibi- keşke bizde de olsa böyle bir hizmet) ve sonra giren karakterlerle şehri yeniden canlandırmaya çalışmak.

bu arada, burada yaşayanların kasabanın küçük ve dinamizmini kaybetmiş olmasından dolayı yaşadığı sıkıntılar, iş yerlerinin kapanmak zorunda kalması, yaşlılar ve bahçelerinden-tarlalarından ayrılamayışları, büyük şehirden gelen zırt dese bile alkış alması, saklanan ilişkiler, ailelerin torun takıntısı, dedikodu, arkadaşlık,insan ilişkilerinin güçlü olması falan gibi konulara değiniliyor.



gerçi şu doktor karakteri olmasa biraz bayık olabilirdi. insanın gelişmesi, atalarımıza saygı arkadaşlarımıza sevgi falan filan gibi öyle kendi halinde basit bir japon dizisi, hatta hana kimi dışında benim izlediğim şeylerde bu ikuta toma hep aynı tiplemede. doktorumuz biraz daha kıvrak zekalı, olayları çabuk kavrıyor, absürdlüğünü anlıyor ve gizliden alaycı laflarını esirgemiyor sağolsun


(küreklere asılasımın gelmediği söylersem yalan olur)


dizi boyunca da tekrarlandığı gibi, dizinin özeti "sonradan açan gündöndü". başarısız gözüken karakterlerimiz birer birer adam olamasalar da hayatlarına yön veriyorlar biraz olsun. ve en azından kimi dizilerde olduğu gibi ana karakterlerin hayatının bir bölümünün hikayesini anlatıp (ne saçma bir tamlama yaptım) apaçık bir sonla bitmiyor dizi

(ama bunu en bi sonunda anlıyoruz ve düz adam kafasıyla merak etmedim değil, n'oldu o koca tarlaya?!... )



* "sapık hikayeler" aramasıyla bu yazıya gelen kişi, acıdım uğradığın hayal kırıklığına

Tuesday, January 15, 2013

akumu chan

bu sefer başlığa yakışır beyin uyuşturmalık,vakit öldürmelik bişey. az uykulu bir dönemi, dikkat toparlama artsın, sürekli uykulu hissetme hali geçsin diye pharmaton vitamin eşliğinde geçirirken baktım bunu kullanırken rüyalarımı hatırlıyorum baya baya. zaten aklımdan çıkmayan kendimce "işaret" olarak algılayıp neyin işareti olduğunu bulduramadığim :) bir iki rüya da vardı hep aklımın bir köşesinde, işte karşı köşeyi de bir önceki günle alakalarını kurabildiğim oyun gibi gelen pharmaton rüyalarına ayırıp o ara takılmaya başladım rüyalar bilinç altı falan..ki zaten malum öğrenci dediğin sıkışınca alakasız işlere gider kafası. sonra o sıkışlık bitti, tabi bunlar da toparlanıp beynin en-sıkışık-zamanda-vakit öldürülecekler bölümüne kondu.  neyse bu dizinin konusu da o yüzden ilgimi çekti diye bir giriş yapacaktım ki sadece laf dolandırması oldu şimdiye kadar. rüyasında onun bunun başına gelecekleri, beynin bire bin katma özelliği sayesinde kabuslara dönüşmüş saçlarına aklar düşmüş bir ilkokul öğrencimiz var, sınavdan sınava okula uğruyor kendisi "o" ve "bu"nla temas kurmamak için, ve derken insanlara karşı güler yüzlü görünüp aslında insanlardan pek bi beklentisi onlara güveni olmayan öğretmeninin sınıfına yollanıyor rüya- beyin uzmanı  prof. dedesinin işi dolayısıyla (hatırlamıyorum aslında sebebi neydi). sonrasında japon dizisinden beklenecek şeyler, hocanın kendine inanma bölümüi sınıftaki öğrencilerin ve ailelerinin başına gelecekleri bir bir engelleme ve yan karakterleri tanıma. yan karakterler deyince tabi ki de bu prof.un kötü niyetli bir yardımcısı olması, eğer japon okuluysa idealist bir okul müdürü olmalı falan filan. e yuh minority report'u sömürdü iyice diye bıkmışken diziden sırf değerlendirme puanı yüksek diye devam etmeye çalıştım. zaten japon dizisi 10 bilemedin 20 bölüm olur (bizimki 11) üç beş atlamayla biter.. ve fena da olmamış, kopya konu gibi giderken sonunu (karakterlerin geçmişini) iyi bağlamışlar, en azından başlangıcına göre.






o değil de...

aklıma takıldı ben bu sinsi tipli beyaz atlı prensi (posterde solda kalan mavili) nereden biliyorum... işim gücüm yok bakındım kim ki diye. gackt isimli şarkıcı imiş efendim (gak guk diye isim mi olur diye kimse uyarmamışsa), sözde nereden gözüm ısırıyor diye bakacaktım linkini verdiğim halde şu anda dahi daha okumayıp bunları, youtube'da vakit öldürmeye geçtim. gözüm nereden ısırıyo bulamasam da geçmişten kulağıma takılmış adını sanını ve japonca olması dolayısıyla -vanilla dışında- sözünü de bilmediğim şarkıya raslayıp sevindim. bu abininmiş meğerse. gerçi tipe bakınca ben o adam bu adam demem, bi animenin falan mı müziği idi ki diye ayrı bir soru yükseldi kafamdan, fekkat yükseldiğiyle kaldı. sonra ben de sıkıldım zaten.kar sebebiyle kendi kendimi eve kapatmışken de blog kisvesi altında yine unutursam diye hatırlatma düşeyim dedim.





gerçi benim kafamda çalan versiyonu daha dinamik daha bassları yüksek idi de bi yere kadar di mi...


a, bu arada güzel toparlamışlar dedim de diziyi çocuklar için polisiye sınıfına sokmuşken ben konunu gidişatını,karakterlerin geçmişteki bağlantılarının kurulmasını iyi buldum. bu seviyede bir güzellik yani. bilip de izleyin
 (kendi kendimle zıt düşeceğim ama çocuklar için polisiye bile değil, çocuklar için detayları anlamsız, büyükler için de geneli, salak polisleri-mafyası falan çocukça, zaman öldürmek isteyenler için yapmışlar sanırım diziyi)

en azından manga-anime uyarlaması olmayan bir şey.. riku onda'nın yumechigae isimli romanı imiş kaynak. ama ah einstein'ım sen olmasayadın bilmem ki bilim adamı tiplemesi yaratabilir miydi film/dizi dünyası.. kullanmalara doyamadılar adamın saçını başını



bu dizi değil de esas gıdım gıdım ilerleyen ama yine de izlediğim koukou nyuushi hakkında yazacaktım okul dizisi demişken, ama bitmedi o daha. gerçi hikayeyi anladık gibi de bakarsın anlamamışızdır..