Friday, December 21, 2012

fish story (2009) - ne, dünyanın sonu mu!?!

If my solitude was a fish story
vs
My own solitary fish story


ya da sallan yuvarlan bana...fisshu sutôrî


yıl 2012, malum marduk çarpışmasının saatler öncesi, sokaklar ıssız.. derken ıssız sokaklarda idrar kesesi ve motorlu engelli taşıtıyla ilerleyen bir adam belirir, müzik dükkanında iki kişiyi görünce ayağa kalkıp içeri girer...

"ve olaylar gelişir.."




..değil tabi. hemen anlamıyorsunuz öyle hikayeyi. tamam 2012de başladı ama sonra siz deyin 1975, ben diyim '53, beriki desin 1999, yok yanlışın var 2009 diyeyim bense, '82de de anlaşalım.

fragmanda da dendiğin gibi bir şarkı, 4 nesil... ve 21 aralık geyiğine ne benim ne de japonların kayıtsız kalabilmesi. gerçi yoshiro nakamura ve koturo isaki benden çok önce davranmış o ayrı





(allahım yaa.. oturup geyiğin dibine vurasım var bazı japonlarla)




dünyanın sonu, müziğin zamansızlığı, kahramanlık, 5, insanlık, daha doğmamış punk, inanırsak olurlar, alakasız gözüken insanlar, kelime oyunları, tercüme hataları, sahneden atlama, nostradamus, cilala-parlat junior, korku hikayeleri, 6.his, amerikalıların beceremediği dünyayı kurtarma işine niyetlenen beyaz renkli ve takma bıyıklı hintliler, şahane şarkı ve sonunda da yukarıda yazdığım liriklerin açıklaması ile takip edemeyenler için tüm bağlantıların ortaya dükülüşü'dür filmin özeti. arada da bolca fish story dinletisi

görüntüler oradan oraya atlıyor, farklı hikayeler bir olacak yani bu kadarı belli, ve bence takip etmesi zor değil, ve hikayeler açık ve eğlenceli.




velhasıl kelam (insanın canı bu kelimeyi kullanmayı çeker mi ya?!?) yine de bir ordan bir burdan anlatan hikayeleri sevmeyecek kadar sabırsızsanız son beş dakikasını izleyerek başlayın ve başa sakinleşmiş bir şekilde geri dönün, buna rağmen eğlenirsiniz.

benim tavsiye ettiğim bir film fish story, ağır bir film değil, anime absürdlüğüne kaçmadan eğlendiriyor, baştan sona apaçık bir hikaye sunmuyor, tipler mal mal birbirine bakmıyor...  ama, tavsiye ettin de  kim izledi bunlar arasından derseniz sıfır muhtemelen derim. tavsiye konusunda mı-ikna konusunda mı, yok ikisinde de mi çok başarısızım bilemedim birden


merak eden olursa:
-hikaye kotaro isaka'nın kitabından uyarlama
-yönetmen: yoshiro nakamura
-müzik: kazuyoshi saito


*filmin sonunda turning japanese aklıma geldi nedense...
*MikalZia'ya not: bunun içinde puding yok :)

Monday, December 17, 2012

The Garden of Eye Candy

-bence- benzer stillerde çalışan farklı sanatçıların çizimlerinin toplandığı bir kitap aslında bu the garden of eye candy (hani filmdir dizidir diye okunacaksa yazı, boşuna hayal kırıklığı oluşmasın).

kütüphanelerde veya kitapçılarda falan dolanmayı seviyorum ben. bırakılsam, tüm günümü geçiririm sıkılmam da. neyse, evin yakınlarındaki bir yere de gide gele, kitapları eşeleye dolana ilüstrasyonlar bölümüne raslayıp hayranı oldum.oradaki kitaplardan biri de çoğunlukla batıda yaşayan asyalıların çalışmalarına yer ayırmış olan (ya da benim aklımda öyle kalan) bu garden of eye candy,

gotik-şirin diye bir tarz yok ama böyle de genelleyebilirim,ama doğru tanımı yapamamış olmaktan dolayı da tıkanırım. şirin derken sweet/dreamy gibisinden, niye buna türkçe bir tanım bulamadım bilmiyorum... sanatçıları tanımak için güzel özet bir kitap, kendi adıma, bazısını hiç sevmedim bazısını pek sevdim..

misal, toshiyuki fukuda


 (gerçi ben şu üstteki resmi kendi sitesinden değil cruststation'dan aldım,sanki genellikle moda biraz da pek güzel grafik tasarımcılarını falan özetlemiş)


kyung soon park: http://www.kparkstudio.com/illustrations.html




carrie chau: http://www.wunyingcollection.com/







gibi... daha bir sürü şey vardı da ben not almamışım. fukudayı pek sevdim ama







Wednesday, November 7, 2012

Sunday, October 28, 2012

wilfred

ilk bölümlerine konusu farklı geldiği için şöyle bir başladım ama ilk sezonun sonuna doğru baktım ki ben pek sevmişim bu wilfredi, ve ikinci sezonda biraz daha bilinçaltıyla aileyle falan uğraşılırken bi çırpıda izleyivermişim.



başlarken diyeyim; esasında gayet ağzı bozuk, bazı bazı pis, ve 'erkek muhabbeti' denen şeyden içeren bir dizi. ama işte izledikçe, senaryo ilerledikçe bağdaştırıyorsunuz, özellikle ikinci sezona doğra (ve boyunca) wilfred'e dair bazı şeyler de açığa çıkıyor




kafası mütemadiyen güzel, hafiften de sapık, hayat boktan-yaşamana bak mottosunda bir köpek wilfred, ama köpek işte sevinince kuyruk sallayan, pelikan görünce heyecanlanan, koku almazsa yapamayacak(gerçi kendini hayatı sorgulamaya verecek), postacılara sinir olan (ama posta teşkilatının ulvi araştırmaları olduğuna inanan), kabus görürken yerinden fırlayabilecek kadar sıradanlığında bir köpek..




depresyondaki ryan'ı bir şekilde yönlendirerek hayatını düzene oturtmasını izliyoruz gibi. ama wilfred iyi mi kötü mü, arkadan iş çeviren mi dost mu hep bi soru işaretleri de veriliyor bu düzen oturtulmaya çalışıldıkça. bu arada çok güzel "köpeklik"ler de var, tespitler de..."sanity and happiness are an impossible combination" alıntısıyla başlıyor zaten dizi, daha ne olsun (ki açılışlarda geçen alıntıların devamı burada).

ne bileyim şimdi aklıma gelmedi, bölüm özetlerine girmeden üzerine diyebileceğim birşey . her bölüm bir başlık altında inceleniyor, ve girişinde birinden o başlıkla ilgili bir alıntıyla başlıyorlar. biraz bilinçaltı-felsefe, biraz komedi bolca insan ve köpek ilişkileriyle devam ediyor

velhasıl kelam;
 some people can't handle vegas..you can 


jason gann dan daha iyi bir wilfred, elijah wood'dan daha başarılı "nedir yani şimdi bu!?" boş bakışı atabilen yoktur inancına da sahip oldum sayelerinde


Saturday, September 15, 2012

yok artık

ay çok güldüm, birinci kattakilerin çocukları parti veriyor, bina gangnam style la çalkalanıyor... bu kadar mı ünlü bu şarkı ya ahaha

hayır asyalı da değiller, balkan ülkelerinden ve gayet asi ergen tipindeler, gangnam da neymiş


diğer bir şaşırmamı da buraya koymalık video ararken yaşadım, bunca insan yağmur altında ey maşallah



yok anlamıyorum ben bu işleri


Sunday, September 9, 2012

approved for adoption

yapacak daha iyi bir şey yoktu, saati de denk gelmişken izleyip pek beğendim bu belçika-fransa, az biraz da kore ve isviçre işbirliğinden çıkma "animated documentary"i. bilemedim bunun bir türkçesi var mı, adamın hayatı üzerinden koredeki savaş sonrası epey yüksek sayıdaki ailesiz çocuğun amerikalı bir hayırsever(?!) öncülüğünde akın akın amerika ve avrupada evlat edilişinin hikayesini animasyon, ve adamın günümüzdeki ve çocukluğundaki video ile fotoğraflarının birleştirilerek anlatıldığı bu filmin sınıflandırması olan tanımın.
öeyh bi bitiremedim cümleyi. çoğunlukla animasyon biraz fotoğraf biraz da video yani. evlat edinilmek ne demek, bambaşka bir kültür ve ırktan geliyorken uyum nasıl sağlanıyor, evlat edinilenin aklından neler geçer bunları anlatıyor 75 dakikada.





film (diyelim kısadan, geçelim?), aslında jung'un çizgi romanlarının, yine kendisinin kimliğini aramaya 44 yaşında koreye ilk defa dönmesi sırasında çekilen görüntlerle birleştirilmiş hali.

"bal renkli" jung beş yaşında korede bir polis tarafından sokakta bulunuyor, yetimhaneye veriliyor ve sonra amerikalı misyonerlerin kurduğu dernek sayesinde, oturdukları yerde koreli çocuk evlat edinme modası olan belçikalı bir aile tarafından evlat ediniliyor, fakat bu modaya kaptırmış ailelerden biraz farklı olarak geldiği yeni ailenin hali hazırda 4 pembe-sarı boy boy çocuğu var. baba yumuşak, anne ise tüm gününü çocukların koşuşturmacası arasında geçiren bir çokları gibi biraz asabi ve sabırsız. yine de bebek olarak evlat edinilen yeni koreli kardeş gelene kadar keyfi yerinde sayılır jung'un, sonrasında ise beni kimse sevmiyor sorgulamaları, haytalıklar, kendini sevdirmeye çalışmalar gizliden, ergenlik, arkadaşlık, büyüme gerilimleri şeklinde kısaca.. aynı zamanda evlat edilmenin ona kattıklarının farkında jung, en azından karnım tok sırtım pek düşüncesinde

fragmanları biraz özetler sanırım?


Approved for adoption - Trailer Eye on Films by eyeonfilms

anne arada huysuzlansa da diğer çocuklar ayrımcılığa gitmeye kalkışsa da kardeşlerin özellikle büyük kızın jung u sahiplenişleri çok şekerdi, mesela fragmanda da var, jung kızın eteğinden taş atıyor sonrasında kızlar pis asyalı gibisinden ırkçılık yapmaya kalkışmışken caroline mıydı adını unuttum büyük kız sen benim kardeşime nası öyle dersin diye hemen savunuyor, kızlar nereden de kardeşin oluyor senin diyince görmüyor musun ne kadar benziyoruz ikimiz de düz saçlıyız mı ne öyle bişey diyordu ki yirim böyle kardeşleri



gerçek yaşanmışlıkların yanı sıra, jung un kabuslarının ya da hayallerinin yansıtılışını da beğendim ben.


ve bir de sonradan hikayeye dahil olan müzisyen bu aile var. jung, kasabalarındaki tek koreli arkadaşı sayesinde bunlara çizimlerini göstermeye gidiyor. o, ortamın kore kültürü taşıyan atmosferinden etkileniyor, bu çift ise jungun çizimlerinde yakaladıkları kore yansımalarına şaşırıyorlar.





bir kaç ay önce konuyla gayet alakasız bir sebepten google dan etraftaki dernekleri arıyordum, o ara gözüme koredeki ailenizi mi arıyorsunuz temalı dernekler çarpmıştı (http://www.kimchi.ch/ derseniz tabi yanlış anlarım sizi). ilginç bulsam da sıradan bir insan gibi önemsememiştim izlerken alakayı kurdum. aslında en basidinden açıp wikipediayı baksam neler 1 neler2 var imiş... malum kore şusu busu izleyenler farketmiştir anan baban sağ mı sorusu kız istemede kutsal bir yere sahip. sonra da öz koreli misin, içinden min gibi şeyler önem tutuyor sosyal statüyü belirlerken..

wiki'de de çok acı yazmışlar ya..
"In addition, most Western countries started to face a shortage of healthy, domestic babies available for adoption in this period, as a result of social welfare programs, legalized abortions and use of contraception. Many Western couples became open to the idea of adopting children from abroad.
This was the start of a popular trend which is still present today, as the demand for babies by infertile, upper- and middle class couples in the West is rising (Jang, 1998). The procedure of international adoption is today a growing and often favoured method for couples to build their families and new countries are constantly opening up for international adoption, both as sending and receiving countries"

kore savaşından 2000lere kadar yaklaşık ikiyüz bin çocuk "batıda" evlat edilmiş, bu sayı azalsa da günümüzde korede doğan her 250 çocuktan biri amerikalı bir aile tarafından evlat ediliyormuş. bunlar işin ruhsuz sayısal kısmı, bir de o batıya uyum sağlayamayıp intihar eden yüksek bir oran var evlatlıklar arasında. böyle işte. bilmem koreliler ne kadar önemsiyordur, ama üzüldüm ben ilk evlat edilenler adına, jung'un filmin sonunda bahsettiği kasabasındaki diğer koreli çocuklar adına..(spoilera kaçmadan anca üzüntü sunabiliyorum sanırım?)

bu dışlanma konusu açısından sakamichi no apollon aklıma geldi. animasyondan girmişken değinesim geldi..  kardeşleri kabullense de kendini dışlanmış hisseden çocuk vardı,olay korede değil japonyadaydı ama sene yine 60lardı galiba. bunu da pek tavsiye ederim buraya kadar okuyan olduysa..


çok uzattım.

annesiyle kavga ettikçe öz annesini arıyor jung, ve çizimlerle kendine ideal bir dünya kursa da jung onun için hikaye mutlu sonla bitiyor diye sevindireyim potansiyel izleyicileri


facebook sayfasına da bi dolu resim koymuşlar üstteki gibi, ön izlenim edinme açısından bakmak isteyen olursa... bilmiyorum zira internette var mı ya da belçika ve fransa dışında gösterime girer mi diğer ülkelerde.


ve bir de... resmi site niyetine bir blog u var animasyonun. içinde "making of"ları var. ben bunları izlemeyi sevsem de ancak fransızca bilenler için şimdilik bunlar

Tuesday, September 4, 2012

what is your function in life?

her filmin vardır bir kilit cümlesi. kilit demeyeyim de akılda yer edici bir repliği.. survive style 5+ için de hayattaki amacını sorgulatan(?)bu cümle filmin en hatırlanası repliklerinden, bence bu ve "come baby, come come baby"





çok renkli bir o kadar da absürd bir japon filmi survive style 5. 5 grup karakter var, bunlar etrafında dönüyor dolaşıyor kesişiyor hikaye. daha doğrusu 4 grup ve bunları bağlayıcı beşinci kiralık katilimiz.

benim favorim ölmeyen, ölmedikçe gömülüş şekline göre güçler kazanan ablayla sevgilisi mi kocası artık neyse o. diğerleri de bir hipnozcu, onun acayip bi espri anlayışına sahip reklamcı metresi, ingiltereden ithal katil ve onu getirten tercümanı, hipnozun etkisiyle kendini kuş sanan baba ve ailesi ve de hangisi daha abuk bilemediğim 3 hırsız... gerçi absürd dedim de genel bir mesaj içermiyor değil film, o kadar saçmalamamışlar

renklerin, müziğin ve ritmin güzel ayarlanmasında ise kesinlikle yönetmenin aslında reklamcı olması yatıyor, ama neyin kafası sorusunu cevaplamaya yeterli bir bahane değil bu.



"come baby"



kuzum siz ne içtiniz derdim belki ama en azından gen sekiguchi ve tada taku ikilisinden çıkan şu reklamı izledikten sonra aslında o reklamcı karaktere çok da şaşırmadım



öyle işte. japonların absürdlemesine dayanabilen, bunu sevenler için ideal ve renkli gayet.


Tuesday, August 7, 2012

yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı

ve somurtuk olmayan kişiler için yemek yapmanın da...



yazıların birinde bir yerinde dedim sanırım, genellikle ya rasgele önüme çıkan ilk zımbırtıyı izliyorum ya da o ara neyle meşgulsem neye takıksam, içinde onu bulunduranı.. yani en azından buraya yazdıklarım için böyle, diğerlerini zaten hatılıyorum yazmaya gerek duymuyorum. (benncilecilecile)

huysuz müşteriye denk gelmedikçe yapmayı pek sevdiğim ve bir o kadar da yorulduğum garsonluğa deneyleri bitirmişken biraz da tesadüfen geri dönmüşken aklıma geldi, ben baya cafe/restoran üzerine birşeyler izledim yüksek lisans yaparken. baya bayaa teorisyen olabilirim mi ne bu konuda,  tezi böyle birşey üzerine yapsam zorluk çekmezmişim gibi sanki hatta galiba mı acaba (7numara izleyeyim ben ya da)

neyse, bloga birşeyler yazayım diye düşündüm aklıma bahsedebilecek birşey gelmedi. sonra neler var ki bur ara yayınlanan diye bakarken,şu gözüme takıldı http://www.mysoju.com/browse/food/ , dedim ooo, iyi ahkam keserim ben burdan. (pis fırsatçı)

Listedeki sırayla gidersem, izlediklerim/yorumlarım şöyle

Bambino!: king of baking seven, sevebilir belki, ben ona da buna da tahammül edemedim.bence matsumoto jun yüzünden, sizce neden olur bilemem. oysa karini de oynuyordu, love shuffle gazıyla buna başlamış olabilirim belki ondan böyle mıymıymıy buldum.


Hungry:

bana göre ikinci japon mıymıycısı mukai osamu var bunda da.ötekini pek izlemedim ama bu çocuk hep aynı surat hep aynı tavır, hep aynı tafra. listelere göre hep de popüler olmuş nerde başrol oynasa.
çemkirmeye çok kaptırdım galiba. konusu, pek başarılı aşçı&restoran sahibi annenin ressam babanın mıymıy çocuğu asi-can mukai-unuttum dizide adı neydi-  rock grubunun lideridir, bi türlü patlama yapamazlar derken annesi de ölünce "bilmem kaç yaşına gelince müzikte başarılı olamazsam restorana dönücem" sözünün bahsettiği yaşa geldiğini öğreniriz. meğerse bizim mıymıy pek başırılı bir aşçıymış. fakat parasal sebeplerden annesinin ünlü restoranını, "tadın vararak yemek yapmak&yemek yemek" kültüründen ziyade müşteri-müşteri-daha çok müşteri inancına sahip rakiplerine kaptırırlar.

müzisyende para ne arar tabi, dolayısıyla tek çözüm olarak ressam babanın deposunu restorana çevirirler, rakip amca bir türlü hazmedemez. mıymıy çocuğun üstüne gittikçe mıymıy çocuk silkelenir, burnu sürttükçe adam olur....
böyle 4-5 sap bi başlarına geçirmiyorlar tabi diziyi..çocuğumuzun "evlensek ya" yaşındaki sevgilisi, sebze meyvenin alındığı organik bahçesinin yemeğe düşkün üniversite öğrencisi kızı, mıymıy çocuğun karakter sahibi arkadaşları (hiç sevmemişim çocuğu ya,tey allaam) falan diyerek aşk-arkadaşlık-gelecek konularına da dokunduruyorlar. bi de antin kuntin fransız yemeklerini tanıtıyorlar.
zaten ilk bölümden gelişme ve sonuç kısımları tahmin edilebiliyor, bir de ben aralarını anlatmayayım di mi....


Le Grand Chef 2, Kimchi Battle:
kardeş kavgası da kimchi kavgası da kötü arkadaş. ben severim böyle yemeğin özü sudur, karıştırırken aklının göğe ermesidir içinin temizliğidir benzeri az biraz abartı felsefi yakıştırmaları. bu filmde de böyle birşeyler var, "abartı" kısmından hiç çekinmemiş sağolsunlar, ben bile izlerken doydum bu tür yaklaşımlara.
açıkçası ilkini daha beğendiğimi hatırlıyorum ama daha fazlasını hatırlamıyorum. 


Osen:
üstteki mıymıy çocuğu görmezden gelmek adına böyle şirincek bi hatunu olan bir dizi, biraz daha klasik japon mutfağı, sakin dingin bir restoran, sanatı ve içmeyi seven sahibi bu şirince, huysuzluk yapıp duran şehirden gelme mıy mıy çocuk desem yeter bence. üsttekinin aksine, sevmiştim ben bu diziyi.
geleneksel tarda şeyler sevenler de sevebilir sanki. geleneksel derken hayatı paldır küldür değil de biraz yavaş ve tadını çıkararak diye genişleteyim sanki (citta slow&slow food)


Lunch Queen:
Bunu da eğlenerek izlemiştim. hatırlamadığım bir sebepten öğlen yemeklerine çok düşkün olan pride'daki hatun (üşendim adına bakmaya) bir şekilde aile restoranına sahip 4 oğullu babanın gelini rolünde aileyle tanışır, nişanlım dediği hayırsız evlat, hemen akabinde restorandaki parayı çalıp toz olur, kız da işte bir şekilde ilk başta zorlama da olsa aileyle yaşamaya başlar. eğlenceli bir diziydi, daraltmıyorlar insanı abuk sabuk acılarla. omu-rice da ziyadesiyle önemli bir yere sahipti sanki

Pasta:
kore yapımı bu dizinin hem seveni çok, hem yazanı. bi de ben dahil olmayayım. yerden yere vurma ihtiyacımı da üstteki japonlarla giderdim zaten. gerçi öyle çok kötü değil, ama çok suni gelmişi bana.

Teppan Shoujo Akane:
japon cızbızcısı genç kız.
yani tam böyle değil de, böyle de aslında. annesi ölünce ünlü şeflikten elini ayağını çekip üsyüne bir de kaybolan baba sonrası en iyi teppanyakicisi olduğunu sanan kızı öyle olmadığını anlayıp babasının peşinden miydi en iyi olma sevdasına mıydı unuttum yollara düşer yanında da sakar kankasıyla. bazı bazı baydığı yerler olsa da eğlencelik sayılabilir... arada böyle yemek düellolarıyla, kankanın abuk sabuk eğlenceli halleriyle izledim işte.

Tea Fight:
Geçenlerde izledim bunu. algıda seçicilik, "çay" konusunda oldukça seçiciyim bu aralar. aslında bence gayet hoş başlayıp sonuna doğru nereden tutacağını şaşrımış bir filmdi.. hele ki o son "tea fight"ta... öyle kavga falan diyince dinamik bir film olduğu sanılmasın, durağan genellikle. birazcık böyle merak uyandırıyor sonra es geçiyor gibi de bir gidişatı var. japonyadan sonra tayvan ne alakaydı onu da merak etmedim değil.

hoşuma giden kısmı ise girişi. animasyonla siyah çay savaşlarının nasıl başladığını anlatıyor.
çok sevdiğim kısımsa, asyadaki az miktarda olan siyah çay tüketiminin bu hikayeye nasıl bağlanmış olduğu. inanmak istedim bu hikayeye :)



 evet biraz uzun bir giriş. bir an acaba anime miydi bu diye şüpheye düşmüştüm.

Bachelor's Vegetable Store:

bunun da sonunu getiremedim. ya aslında şöyle diyebilirim ki ben böyle güzel çocuk hatrına bişeyler izlemek için kart kaçıyorum. seven izlesin işte. (güzel de değiller ya diyip uzatmayacağım). gene bir dıramlar dramalar vardı sanki içinde. ama emin de değilim eni konu izlemedim.


çok mu japon işi dolu sanki?.. kore işi bir de "gourmet" diye bir dizi var ama açıkcası izledim mi izlemedim mi hatırlamıyorum, ve bir de yine koreden "terroir" diye şarap üzerine. ilkinden farklı olarak bu şarap üzerine olanı izlemediğime eminim ama.

izleyeyim bir ara dediğim ise Shota no Sushi ve Sushi Ojiler (valla sushi güzel bişey!)

bartender vardı bir de şöyle bir baktığım, ama animesini izleyip sevdikten sonra, bu uyarlamalar sevilmiyor sanki?

my name is kim sam soon ya da coffee princeten yeteri kadar bahsedilmiştir şu blog diyarında.
amaa.. bunların dışında, mesela hiç Antique Bakery'e bir laf edebilir miyim? hâşa!...


kıta değiştirirsek ise kitchen confidential var mesela aklıma gelen... tipik bir amerikan işi olarak, "mutfak ve insan ilişkileri"ni sex bazlı götürüyor. ama mutfağın o telaşlı, abuk sabuk espirilerin uçtuğu ve şefe bağlı olarak bazen agresif olan ortamını görebiliyorsunuz.

benim takip edebildiğim kadarıyla murat bozok, istanbuldaki restoranını ilk açtığı zamanlarda bu yönde bilgilendirici yazılar yazıyordu blogunda, artık epey meşgul olsa gerek köşe yazıları dışında çok güncellenmemiş ama ilgilenen olursa http://muratbozok.com



ve son olarak, ne yiyiyo la onlar diye gözü kalanlar için ise, tarifleri ve dizileri içeren şöyle bir site var, demin resim ararken rasladım http://www.kdramafood.com/

ne ararsan var bir yazı oldu. muhtemelen bir dahaki aya kadar esen kalınız hep "resutoran"larda yemeyiniz, mıncırız evdeki sebze meyve ne varsayı ...


Monday, July 9, 2012

ne diyosun?!



yazmış olmak için yayınlanan yazılardan biri.. evet,ne diyolar bilmiyorum, bünyedeki böyle sıkışmış şaşırmış haller işte.



rakıya ulaşmak böylesi zor olmamalı


bi de trişka demek istedim birden, diyim gitsin di mi, içimde kalmasın..  geçen gün de hoppala paşam malkara keşan sesleriyle uyandım zaten, beynim pek bi maziden çalışıyor sanki şu ara







****

çok boşa bi yazı oldu içim acıdı.

şöyle bir yazı yazmaya niyetlenmişim bir ara, resimlerini falan koymuşum. bakınca aa evet izlemiştim diyebiliyorum ama pek hatırlamıyorum. Kazoku no Uta imiş adı.

odagiri efendi zamanının çapkın ve popüler günümüzünse irezil rakçısı. rock felsefesi üzerine alıntılar yapıyordu sahi ünlü gruplardan bak o kısımları sevmiştim hatırladım. neyse,bu kafada yaşamaya çalışan (özgür-içinden geldiğince- inandığınca...) popüler kültür zımbırtılarına karşı duran bu sebeple menajeriyle kapışıp duran bir tip odagiri.


fakat geçmiş yakasını bırakmaz (hınhınhınnnn sinsi müziği)

dizi dizi çocuk bir de dede başına musallat olur. yani o musallat oldu sanırken aslında hayatına çeki düzen gelir. ama sonrasını hatırlamıyorum nasıl bir kafayla izlediysem artık izlememişim demek ki aslında.



rock'n roll baby!



Monday, June 11, 2012

It travel-vatan millet aşkına Yoon Kye Sang

saçma başlık oldu, ama böyle atmış bulundum kendisini. kişisel olan vatan millet kısmını geçersek niye "it" travel, niye "travels" değil de travel falan bilmiyorum,girişteki tanıtımdan uydurduğum kore ünlüleriyle gezi programı yapan bir seyahat acentası. ne kadar tutar bu atmasyon teorim bilmiyorum, içindeki adam kim onu da bilmiyordum zaten de bu yaz eve gidemeyecek olmak bana koyuyor, bunun aşkına izledim kendisini. bir de beni şaşırtır mı acaba diye... genel olarak avrupalı turistlerin ucuz hava yolları sayesinde antalya ve istanbula gelip geldikleri yer hakkında bilgi sahibi olmayı geçtim haritasına dahi bakmadan ahkam kesmeleri bitiriyor beni, o kadar abuk soru ve yorumlarla karşılaştım ki... ve izlemeye "koreli, beni şaşırt, geldiğin yere bakmış ol" diyerek başladım...
(benzeri saçmalığa bazı türk program sunucularında da raslamıştım zamanında)



ilk başta, evet biraz hayal kırıklığına uğradım, geliyorlar tipik ayasofya-sultan ahmet kehkeh yorumlar falan.. sonraysa öyle beklediğim kadar saçma yorumlar yapmadılar, ben de sevindim. düşündüm işte ooo oraya gitmeyeli şu kadar zaman olmuş,bi dahaki istanbula gelişte gitmeli, şurda bi han vardı nooldu ki, beri de bu vardı oraya da gideydi gibi... şu yukarıdaki yorumu da duyunca aferin kerata dedim.

bu arada, kim la bu diyenler varsa ben gibi, greatest love daki doktormuş google görsellerin dediğine göre. ben benzetemedim. tamam korelilerin hepsi aynı değil, o ayırdı yapabiliyorum genellikle, ama sorunum şu ki ben aynı insanın iki halini çoğu zaman benzetemiyorum, gidip başkası sanıyorum. sırf bu tv deki ünlüler değil tanıştığım ve sadece 2 gün gördüğüm koreli kızlar için de bu böyle. ben dikkatsiz, onlar süs püs tarz yapma şevkinde olunca böyle oldu. neyse, eskinin şarkıcısı bugünün oyuncusu abimizin derdi program esnasında çektiği fotoğraflarla bir kitap yayınlayabilmek imiş, ama fotoğrafçılığa yeni yeni heveslendiği için çok başarılı görmüyor kendisini. kim ki bu yoon kye sang diyince gördüğüm şu sitede adamın çektiği resimleri paylaşmışlar (otobüsle gezmişler ya, sevdim kokoşluk yapmayışını.her gelen yabancı minibüse ve şehirler arası otobüse binmelidir)


allahım o midye dolmayı yiyince gıda zehirlenmesi yaşamamış ya, daha ne isterim beklerim ben. lisanstayken işte bölüm kulübü olarak uluslararası basit bir organizasyon düzenlemiştik, sokakta gördüğü her gıda benzerine atlayan bir de japon kız vardı katılımcıların arasında, motivasyonunu takdir edip "kızım sen japonyada büyümüş avrupa hijyeninde serpilmiş bi hatunsun, dokunur sana bu kadar aburcuburun mikrobu bir günde" diyip durduysak da o kaşla göz arasında çocuk gibi lüpletiyordu bulduğunu, ama hepsinden sağlam çıkıp da taksimde sokak arasındaki seyyar midyeciden yediği midyeler kızın neredeyse istanbuldaki son yemeği olunca.. bilmediğim midyecide yedirmem turiste midye dolma, öyle bir tedbirim var kendimce


offf, anılağğğr a döndü yazı.. ikinci bölümünü bitirmedim ben daha,ilkinden daha iyiye benziyor ya da ben önyargımı yendim... izlemek isteyen olursa mysoju'ya türkçe altyazılı olarak koymuşlar

adamımız sanki git gide kendini fotoğraf konusunda da geliştiriyor:




o karşılaştıkları korelinin dediği de ne üzücüydü esasında, pamukkaleye gitmişler, su yoktu, beyaz değildi falan gibi yorumlarda bulunuyor haklı olarak... talan ettik doğayı, bkunu çıkarana kadar da farkına varmayacağız ne acı ki....

Saturday, June 9, 2012

vay korelim

şu ara yine sazanlık var bünyede. iğne deliği kameralara takıldım ve öyle googlelamış iken bu blogda gördüm ki elin korelisi yine önce davranmış, pazara ne de güzel bir ürün sunmuş keratalar




özetle, tek pozluk polaroid kartpostal yapmış adamlar. video biraz uzun, afrikaya yardım projesini anlatıyor kartpostaldan ziyade.


yarın unutmazsam marketten edindiğim bir kutu içecekle kibrit kutusundan kameramı yapmak gibi bir planım var. pin hole-iğne deliği kamera da ne olaki diyenler için de, hiç işte deli dürtmesiyle teknoloji bolluğunda ilk fotoğraf makinesi prensibine geri dönme diyebilirz sanırım.

çok muhteşem fotoğraflar çekilmiyor, hele de dijitalin o güzelim kolaylığına, çekmek üzere olduğun şeyi görmeye alışmışken, esasında bu iğne deliği kameralarda hesaplamak bir durup da düşünmek gerekiyor eğer gerçekten kafadaki bir kompozisyon çekilmek isteniyorsa, ha yok derdin bu değilse (ben gibi), lomo-vari şekilde (günümüzdeki adı instagram mı oldu acaba?) rasgele çekmek süpriz efektlerle karşılaşmak da mümkün. hareketli cisimleri ise net çekemiyorsun doğal olarak, pozlamayı biraz uzun tutmak gerekiyor pek, öyle saniyede üç beş kare keyfini hikayeciliğine pek el vermiyor

belki veriyordur? denemedim ki..

neyse, başka birilerinin daha canını çektirdiysem aşağıda nasıl yapılacağını anlatan bir video var. olmadı türkçe de bir sürü sitede anlatımı gözüme ilişti


 



hayır bu herşeyi kendim yapayım özentisiyle iyice çapulcu sanacak dışardan gören, ondan da çekinmeye başlasam mı acaba...

Sunday, May 27, 2012

konuşmasak da hayat etkileyici değil mi?

bence öyle. izlemek, gözlemlemek şaşırtmaya yetebiliyor...

şu ara çok da beynimi uyuşturma dönemimde değilim. sıkılıyorum dizilerden, daha doğrusu gereksiz laflardan; sırf birşeyler izlerken değil günlük hayatta da... sabredemiyorum dolayısıyla ne kore dizisine ne japon ya da başka bir şey filmine

ama blog açmışken en azından ayda bir kez iki kez birşeyler yazmalı diye de bir sorumluluk hissi çöktü demin üstüme. dedim bari en son izlediğim şu filmden bahsedeyim.

baraka, ron fricke'in 92den kalma belgeselimsi filmi. söz, daha doğrusu bizi ilgilendiren bir diyalog yok (gereksiz diyalogdan sıkılan bünyelere şahane?), güzel bir kurgu muhteşem görüntüler var 20küsür ülkeden... film hakkında atıp tutmayı ise bir sonraki yazıya erteliyorum şimdilik zira filmi yolda çoluk çocuk ağlamasıyla, arada pek kısa uyuklamalarla izledim pişmanım bu bakımdan.

o vakte kadar fragmanlarıyla başbaşa bıraksam sizi? işin esası, öksürmekten kafamı çok da toparlayamıyorum





bunu seven bunu da sevdi gibisinden önermelerle izleyeceğim bir sonraki film ise godfrey reggionun yönetmenliğini yaptığı, tüketim toplumundan dem vurarak sanırım insanlığımızdan utanmamızı sağlayacak adı bana pek zor işbu film:




beynimi uyuşturasım yok dedim di mi ben yukarda?sanki iki gündür günde 12şer saat uyuyan ben değilmişim gibi.... insan en azından kendi içinde az tutarlı olur....

Tuesday, May 1, 2012

made in europe

çiztanbul sonrası made in europetan anlaşılması gereken belki de baharın gelmesi -ya da gelmesi gerekmesi- sebebiyle midir ne gurbetçi efkarının üstüme çökmesi olabilir... bayadır izliyeyim diyordum bu filmi anca keyfim geldi ve... abi var bu insanlar! bunu göstermek adına izlenmeli izletilmeli..  başka da bir beklentim yoktu zaten.

madrid kısmını tam anladığımı söyleyemeyeceğim, öff kim uğraşacak iki cümle ispanyolca için altyazıyla diye üşendim ve sonunu anlamadım,benim mallığım olsun aramızda kalsın...




evet, bir sürü tanıdık oyuncu var, senaryo& yönetmen ise inan temelkuran.

ben belki çok yaşamadım bunları, karışmadım aralarına o kadar ama izleyince aklıma geldiler, filmde de değinildiği gibi herkes herkesin arkasından zaten konuşuyor,bense aralarında sadece para kazanmak adına bulunuyorum -herkes paranın derdinde de okulun yanında kastettiğim-, en güzeli uzaktan bakmaktır desturunu benimsemiştim...
neyse işte izleyince göreceğiniz, abuk sabuk konuşmalar, kaldıkları yerler, patronlar, patronla işçilerin arasındaki ilişki (garip bir arkadaşlığımsı?), o ülkeden bu ülkeye geçmeler,kaçak çalışmalar-çalıştırmalar, ötekini başka ülkeden tanımalar, çocuklar, sahte evlilikler, karmaşık aileler-aile ilişkileri, sığınmacılar, okuyup iş edindiği halde bu gruptan kopamayanlar, köpek gibi çalıştırılmalar, dönme isteği ama beklentilerin yarattığı baskı... ne bileyim ben bir yıl içinde hepsinden azar azar gördüm, gördüklerimin sadece yaşananların küçük bir kısmı olduğunu bilerek... ve ötesini az buçuk tahmin ederek



tabiki de sadece bu değil yurtdışındaki türklerin hayatı, ama çok canimcicimsüper bir elit değilseniz orada burada en çok karşılaşıp muhtemelen görmezden geleceğiniz veya en fazla memleket nere/siz nereden? şeklinde bir diyalog yaşayıp dönünce belki sadece 'en alakasız yerde bile türk var' şeklinde bahsedeceğiniz kişiler çok sayıdalar ve bir kesiminin böyle bir hayatı var, yanında da ciddi (yaşam şeklinden oluşma psikolojik) sorunları... sırf türkler de değil,filmde azıcık gösterildiği gibi avrupalı olmayan -aşağı kesim- yabancı güruhu için benzer hikayeler söz konusu sanki... hatta bazı ülkelerden gelenlerin yanında türk/kürtlerin hali iyi bile kalabiliyor ne yazık ki

izlemesi biraz zor,sıkıcı ya da anlamsız gelebilir belki başta, kopuk da zira film ama anlat bakalım diyeni yanıtlarken arka planım olabilecek bir film bu benim için, bak bu var ya onun gibi biriyle şurada tanışmıştım diyeceğim.
(bazen düşünmüyor değilim, bu yurtdışındaki öğrenciler birbirinden karizmatik anılarla karşılaşırken ben nasıl bu insanları aramadığım halde buldum diye..)

ayrıca film 15. altın koza film festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanmış, 18 kişi beraber... şaka mı dedim, 18kişilik en iyi erkek oyuncu ödülü... ona bakarken radikaldeki şu röportaja rasladım,anlatmışlar işte filmin nasıl çekildiği, yayınlandığı, oyuncuların ödülü bırak filmden bile neredeyse haberdar olmamalarını falan.. hoşuma gitti

teoman kumbaracıbaşını pek bilmiyordum, yazı/tura diyince birşeyler çağrıştırıyor ama o da sonradan. neyse kim ki bu derken şöyle bir müzik grubu olduğunu gördüm ve sevdim pek.
http://www.myspace.com/acaipademler


sevdiğim diğer bir yanı da şarkı sözleri, ünlü şairlerin sözlerinden yola çıkma..tanıtmışlar işte kendilerini şurada




marshall planı nı amfi olarak düşünmek.. bilemedim ki, a sunucu hiç mi dinlemedin şarkılarını?




Friday, April 13, 2012

Çiztanbul

ne diyim, "ah bu gurbetçilik"?

seviniyorum istanbuldan uzaktayken istanbul lafı duyduğumda. filmde falan istanbul kelimesini duyunca sevinenlerdenim işte. (aa bu arada şu demin bahsettiğim ride awayde sonunda o otogarın karmaşasından da dem vurmuşlar, cânım keratalar) 



neyse çiztanbul. çıkmış mı çıkıyor muymuş eli kulağında mıymış neymiş. 


şurdan alınabilir imiş mesela online http://www.kertenpelex.com/cizgi-roman/rad/ciztanbul.html

siyah beyaz, who r you, ride away, falan filan...

Nedense internet servis sağlayıcımızın canı bize yeni modem göndermek istemiş, ama bunu bize haber vermemiş, postacı eve gelmiş ama evde kimseyi bulamamış,vs vs vs lerle bir de bakmışsın internet kesik; daha kötüsü 4 günlük paskalya tatili, üstüne internet ayarlarına sahip çocuk bir bilinmez şehirde derken derken ben epeyce bir film izledim. Daha doğrusu bilgisayardaki filmleri, bir kısmını tekrardan ,izledim ilk önce gelir ya internet umuduyla( 2046, in the mood for love, chungking express seviyorum bu üçlüyü sanki)

Ride away diye bir kore filmi izledim, işte beklendik kore filmi, dingin falan, azıcık aşk var ama eski aşk da var, kız bırak artık onu yakarışına girer, zayıf at-beklenmeyen- kazanırsa dilek gerçekleşicek umudu, falan filan derken eeen bir sonunda ben “eyhh tipik” kategorisine soktuğumdan başka türlü ummuştum. Mutlu son dediğin tek tip değil tabi



Bir haftadır internetsiz olunca alıp bilgisayarı okula götürdüm, lakin kimsenin uğramadığı penceresiz lab.ımın popüler olacağı, dolup taşacağı tuttu, ve o arada dünyanın en gereksiz filmlerinden birini yüklemişi.. sırf iyi bir kısmı çıkar,güzel manzara neyim gösterir hevesiyle sonuna kadar izledim ve öehh çekerek de silmişim galiba ki şimdi adına bakayım dedim yok bilgisayarda. Olaki çin işi belgesel seslendirmecisiyle lösemi kızın aşkını anlattığını söyleyen bir yol filme denk gelirseniz,ve 20 yaşın da üzerindeyseniz zaman harcamayın derim. Ne belgesel seslendiricisi anım şanım bir seslendirme yapıyor ne de koca Çinde yol diye gittikleri yerler adam gibi gösteriliyor. Tamam her senaryo güzel olacak diye bir beklentim yok ama asya filmlerini konusunu beğenmesem de sonuna kadar izlememi sağlayan görsellik burda beni pek etkilemedi. Ayrıca oradaki kız gibisinden birini biliyorum, allah anasına babasına sabır versinden öte bana uzak onlara yakın olsun şeklinde ikinci de bir dileğim var.

Aa sahi bu film değil de niye ne zaman indirdiğimi bilmediğim who r u denen film fena değildi. Sıkıldım mıkıldım biraz ama senaryonun potansiyeli vardı. Zorlama yerleri, bunu da koyalım ki klişelere doyalım gibi hisler verdi bana ama izledim bitirdim, belki de üsttekinin etkisiyle de kayda değer buldum.




O değil de....şeklindeki pek sevdiceğim lafla konuyu değiştirecek olursam, siyah beyaz derim!ekşisözlüğe baktım demin pek sevilmemiş. Niye sevmediniz ama ya? Ben mi bu muhabbetlere hasret olduğum için “sıcak” buldum filmi?delicesine iki tek aracak adam bulamamak mıdır bana filmi sevdiren, Erkan Can ve muazzezini görmek mi, bir aralar gruba takılan 70 yaşlarındaki amcadan sonra Tuncay Kurtizin karakterinin şeker gibi olması mı,filmdeki barda arkada göze takılan bilindik simalar mı, yaşı o kadar almamış olsam bile konuşmaların çok tanıdık olması mı bilmiyorum, öylesine seçtiğim, kütüphanedeki az sayıdaki kayda değer türkçe filmlerden biriydi siyah beyaz, aldım hiç olmadı bişeylerle uğraşırken ses olur diye ve oturup başından sonuna sıkılmadan izledim.

Kimileri bu kadrodan ne filmler çıkardı bu mudur demiş ama bu senaryo da başka kadroyla olmazdı sanki ya?Erkan Can dan başka kim bir salyangozla konuşabilirdi ki, hem Nejat İşleri azıcık farklı bir karakterde görmek güzeldi,  tamam kabul,belki Şevval Sam yerine bir çok başka insan konabilirdi-oyunculukta niye zorluyor anlamıyorum pek-, senaryo daha ayrıntılı ,daha birbiriyle ilişkili olabilirdi ama hangi “günümüz kadını” umursamamış gözükse de incinmiyor reddedilmekten veya bunalımlardan-çok yedikten sonra kendine kızmıyor.



Senaryoda ise mesela anlamadığım ilk sahnede niye biri öldü, niye nejat işleri karısından ayırdınız da o sadece bakakaldı ve hiç sallamadan devam etti, ya da sonunda ben mi yanlış hatırlıyordum şevval samın nejat işlerin mutfağında işi neydi, hastanedeki adama ne oldu sahi?

Ankaralı değilim, ama bu bildiğin ankaradaki siyah beyaz bar ın hikayesi mi diye sormak isterim birilerine, based on a ture story mi ne yani bu kafadaki amaları dayandırmamız gereken şey? ekşisözlük dedim ya, belki orada yazmışlardır ama ben sonran başlayıp iki sayfa okudum işin aslı,ve bu sorunun cevabına raslamadım. belki bir ara tüm yazılanları okurum belki bir gün sevgili ‘yenimodem’ bizim eve ulaşma başarısını gösterir, belki hayat bayram olur....
Hoşuma gitti işte film, muhabbetler güzeldi, barmen gibi bardan biri gibi bakmak güzeldi, yanlız hayatlardaki arkadaşlık güzeldi... senaryo bağlamlar şunlar bunlar diye bakmak yerine böyle bakınca sevilir bence.


Ve ey gidi pilli bebek... ne güzel gruptun sen..

Sunday, March 18, 2012

babam almıştı onu bana, sadece iki paraya

...gecikmeden ateş çıktı ve kül etti.






bir yerlerde,bir zamanlar bu videoyu izlediğimi hatırlıyorum, ve sonra filmi de izlemek istediğimi... galiba festivallerin birinde gösterilen filmlerdendi. gel gör ki ben unutkan bir insanım, ve ne yazık ki şarkının melodisini hatırlamak 'neydi bu filmin adı' sorusuna bir ipucu teşkil etmiyor. geçenlerde, bir sitede nathalie portmanın resmi vardı, o ara aaaa o ağlayan kadın bu kadındı diye bir aydınlanma yaşayıp filmin adına da kendisine de ulaştım.

daha vurucu bir film olarak düşünmüşüm "free zone"u, filistin-israil sorununa daha sarsıcı yaklaşacağını da.dolayısıyla tavsiye edermiyim başkalarına bilmiyorum. meğerse yukarıdaki kısımda kızımız kendi sebeplerinden öyle içli içli ağlıyormuş. ama son sahneyi abartı olsa da sevdim, bölgedeki hayatın bir bakıma özeti olmuş.ve oyuncuların yaş seçimi-ülke bağlantısını

o bölgedeki hayata değiniyor film. üç kadınımız var: nişanlısından terk amerikalı rebecca,  yahudi hanna ve filistinli leila... hepsi bazı sebeplerle, kendince sebeplerle oradan oraya sürüklenmişler, bazı işlere kalkışmak durumunda kalmışlar ama kadınlar da bir yandan. leila nın, hanna nın "neden seni götüreyim" sorusuna cevap olarak "sen kadınsın, ve annesin anlarsın" gibisinden lafıyla bir an umutlandım farklı bitecek belki bu hikaye dedim, sonra israilli arabayı sürüyor, amerikalı ortadan kafayı uzatıp aralarına girmiş, ve diğer koltukta da arap bir şarkıya beraber tempo tutuyorlar ta ki sınıra-karar kısmına?- kadar (karar veremedim burada, bahsedilmek istenen düşman gözükseler de ortak bazı şeylerde eğlenebilmeleri mi -kültürel benzerlik gibi- yoksa iki düşman geçinen ülke arasındaki sözde arabulucu 'free zone' amerika mı..)

ve son olarak her iki tarafında haklı olduğu ve amerikanın o fırsatta (onlarla işi bitmişken?) toz olduğu bitmek bilmeye tartışma...  bir nevi inekiçtidağakaçtıyandıbittiküloldu hikayesi; benzeri ama çok daha etkileyici sözlere sahip "had gadia" eşliğinde...




bol konuşmalı bir film. çok yer değiştirmelerine rağmense pek yol filmi diyemem (kendimce uyduruk yol filmi sınıflandırmama göre :) ); araba filmi daha ziyade, bir bi arabada, bir öteki arabada sonra yine ilk arabada geçen, anlamadıysanız açık açık anlatıyorum gösteriyorum gözünüze sokuyorum diyen bazen de.. hem zaten oraları -kitaplardan tüm tarihini bildiği yerler- rebeccanın görmeyi beklediği gibi "romantik" de değil...


a bu arada,yönetmeni amos gitai








...bunca delilik ne kadar daha sürecek böyle?...


....ve her şey yeniden başlıyor işte.




(şarkı/tekerleme tüm filmden daha etkileyici yine de)

Wednesday, March 14, 2012

Akira Yoshizawa



google'ı açtıysanız siz de farketmişsinizdir, akira yoshizawa'nın 101. doğumgünüymüş. ben pek ilgilenmedim origamiyle şimdiye kadar ve dolayısıyla yaptıkları katlamaların resimlerine bakınca vay anasını dedim, ifadeleri var yahu yaptığı hayvanların falan.


origamiyle yapılabilecek 50000 civarında tasarımının olduğunu yazmışlar (origamiyi o bulmuş neredeyse??...) ayrıca ıslak katlama mı ne öyle bir teknik geliştirerek kuruyunca kağıttan şekillerin daha gerçekçi bir yapıda olmalarını sağlamış.


ben hala bir gemi bir uçak bir de turna kuşundan öteye gidemeyeyim neler neler varmış o dünyada...

Monday, March 12, 2012

1,778 Stories of Me and My Wife


bak gene yaptım, saat kaç oldu... oysa tek istediğim skype saatini beklerken salatanın yanında birşeyler izlemekti. yarım saat derken tüm filmi izlemişim

belki isminden tahmin etmişinizdir, bir geri sayım filmi bu. yok geri sayım değil, ileri sarım? hmm nasıl demeli ki, bildiğin birden binyediyüzyetmişsekize kadar gidiyoruz, ve binyediyüzyetmişsekizde film bitiyor. 
en güzel özeti bu olur bence. 


tamam bazı yerlerde etkileyici olacağız diye gereksiz kasmışlar, o hastanedekiler ilgiyi adama çekmeye değil kadını akıl hastanesine yatırdıkları izlenimi yarattı bende, ya da kadın kanser olmuş her tarafı çökmüş süzülmüş, zerre saç teli kaybetmemiş göz altı çökmemiş. keza koca kişisi de, onca uykusuzluk çekti ama yürüyüş dışında hiç yansıtmadı maşallah. 
gibi.. ayrıntıya takılınca daha çıkar da sevdim bu filmi; hikayesini değil de anlatış şeklini, niyetini, yazar kocanın hayal dünyasına geçtiğimiz zamanları...

ve fragmanını da sevmedim, buraya koysam mı diye filmden sonra izledim ama coşkulu bir amerikan dramı gibi olmuş, bence filme uymamış. filmi izlenir yapan bence konusu ya da oyuncuları değil (kansere yakalanıp bir yıl ömür biçilmiş karısına her gün bir hikaye yazmaya karar veren büyümemiş bilim-kurgu yazarının gerçek hayatından uyarlanma anıları) onu yansıtış şekli ve hikaye içindeki eşini güldürme niyetiyle yazılmış kısa hikayeler. mesela aşağıdaki gibi evin üstünde süzülen deniz anaları, birbirine savaç açmış robotlar, 


filmin başlangıcı da pek şirin, yazar çimenlikte hikayesini yazmaktayken hikayenin nasıl geliştiğini görüyoruz. kafasını yukarı kaldırıyor ufoyu andıran bir bulut var, ve hooop o ufo dolaşmaya başlıyor derken satürn gözüküyor ufukta (bulut?) ve üç tane uzaylı robot ufodan aşağı sarkıtıyor



hayır ışınlanmıyor, sarkıtılıyor :) böyle bir masumluk var filmde, hatta buna değinen bir hikaye de... robotlar o modern çirkin ya da android robotlar değil de eskinin o kutukutuüstüne robotları.

aslında filmin başı ve ortaları izlenesi. o hayal dünyasını, karı-kocanın uyumunu, karısı setsukonun (yuko takeuchi) hem kocasına annesi gibi bakıp hem de onunla bir olup sabırsızlıkla hikayelerini beklemesi sürekli kocası sakuyu (tsuyoshi kusanagi) desteklemesi, sakununsa hikayelerini yazarken gerçeklikle hayal dünyası arasında kalmasını beğenerek izledim. ama işte setsuko ağırlaşıp da dram işin içine girmesi gerekince olmamış pel...

yuko takeuchiye pride dizisinden dolayı sempatim vardı, hatrına sonuna kadar izledim. de izlemesem de olur muydu ki o sonu ne...



Sunday, March 11, 2012

üçtük, iki olduk ve yok olduk?

şaşırdım esasında, blog konusunda, yazmaktan öte pek gitmeyen bir insanken mimlenmeye. ve evet,ilk mim im  bu  MikalZia , teşekkür ederim :)

ve bunun acemiliğiyle hepsi cevaplanmalı mı şaşkınlığı da var üstümde, başlayalım bakalım...

Mim: En Sevilenler
En sevdiğin şeyler nelerdir, nelerden hoşlanırsın?
"en"lerim yok sanki, bir çok seyi severim bir çok şeyden hoşlanırım.
daha doğrusu onca şey varken istesem de bir konuda takılı kalamadım henüz. her şeyi göresim var o herşeyin içinde de kendine göre ufak ya da büyük iyi bir yön bulasım. "yenilik" diyebilirim belki bu soruya cevap olarak?yeni yer, yeni konular, yeni kitap,yeni insanlar, yeni uğraşılar... yazınca da bi tiksimdim kendimden, sazan mıyım neyim...

Bilgisayarda vaktini nasıl geçirirsin?
genellersem, şu ara sevgili sciencedirect te,gmailde ve online film/dizi siteleriyle youtube da. youtubeda kendimi kaybedebilirim gibi bazen, ne arasan varmış esasında, en son takıldığımsa sakin sakin geçen tarih konuşmaları

En sevdiğin filmler?
en... en'lerim olmadığı gibi unutkan da bir insanım ben. isim pek tutamam hafızamda, biraz da o yüzden buraya başladım aslında. izle izle nereye kadar,yazınca en azından aklımda kalma ihtimali yükseliyor. (evvelzamanda yazarak çalış diyen annem aklıma geliyor, haklı mıymış ne...)
son zamanlarda izleyip de sevdiğim filmlerden ilk aklıma gelenler i am a cyborg but thats ok, wong kar wai filmleri, almodovarın son filmi,... izleyeli onca zaman olmasına rağmen ömer kavur un gizli yüzünü unutamamış olmam da belki "en"im yapar onu. balkan filmleri (emir kustricanınkiler, ya da gadjo dilo nun yönetmenininkiler misal), miyazaki/studio ghibli animelerini ya da woody allen filmlerini de izlerim sorgusuzca ve tekrar tekrar...

Şu sıralar almak istediğin şeyler
ukulele!
bir adet oyuncak istiyorum kendime.. biraz daha geniş düşünmek serbestse de gözüme kestirdiğim bir şey için uçak bileti ve bulunduğum yer için ütopik sayılabilecek bir istek: çamaşır makinası

Şu sıralar ne dinliyorsun?
tam şu ansa eğer, emre kınayın akustikhanede çekilmiş şarkılarını, ama yarın bunu dinliyor olmam heralde.  demirhan baylan, miyavi,tearliner ve tom waitslerle eğleniyorum bu ara. misal misal:







oralarda da yağmur var mı? :)

diğer sorularsa benim için çok iddialı, zor cevaplaması, biraz atlasam ayıp olur mu MikalZia?  :)

Sordum Cevapla Mimi
Hayatınız filme çekilse adı ne olurdu ve hangi müzikler yer alırdı?
çok klişe olacak ama yollarda ve abuk sabuk şanssızlıklarla geçtiğinden hayatım, bahtsız bedevinin güncesi gibi bir şeyler olurdu heralde adı, soundtrackte ise farklı ülkelerden şarkılar olsun isterdim, ama bir arkadaşım hazırlıyorsa tereddütsüz balkan şarkılarıyla doldurabilirdi

Bir şeyleri değiştirme gücünüz olsa neyi değiştirirdiniz?
çıkarcılık.
ya da şu şehirdeki insanları (çok sıkıcısınız!)

Sizi en çok etkileyen sinema sahneleri nelerdir?
yine bir en :) ve benlik bir yanıtlama şekli olarak cevabım aklıma gelmedi olacak... ama mesela şunu eğlenmek için açarız ara ara


(bu filmdeki şarkıları pek severim)

Yaşadığın şehir bir günlüğüne yalnızca sana tahsis edilmiş, senden başka hiç kimse yok. Ne yaparsın?
hmmm, hazır fırsat normal insanları getiririm? pek tahammül edemiyorum yerellere de...

Şu sıralar ilgiyle takip ettiğiniz diziler?
seksenler



süper bir dizi değil, başka zaman olsa sevmezdim belki ama zamanlaması benim için güzel denk geldi. şu ara anneannemle dedemi özlerken, eskiyi/kuzenleri özlerken gülümseyerek izliyorum diziyi. ki zaten şu dizi izleme sebebim de tek başıma yemek yemekten sıkılıyor oluşum. daha önce ailemle yaşıyordum, sonra 7 kişilik bir evdeydim (ki tipik öğrenci evleri gibi nüfus evdeki minimum insan sayısını belirten bir rakamdır sadece), şimdi iki buralı insanla çok sıkılıyorum akşamları evdeysem
neyse, dizileri izliyor oluşum sebebi işte öyle zaman geçsin, ses olsun...
bir de, şoray uzun var sahi dizide, izlemem mi

üçüncüyü anlamadım. kim nerede nasıl gibi bir oyun vardı,derste kağıtları döndüre döndüre oynardık o aklıma geldi


üçtü, iki oldu ve nokta kondu diyecektim ama bir yandan da ben daha kendimi kâle almazken varlıklarına şaşırdığım takipçiler var; üşenmeyip de cevaplarsanız buyrun size gitsin bu mim de sevgili gasilhane, degdimisimdi, miwako, konuşur konuşur susar, dolunay, ve antiparadiqma...



Tuesday, March 6, 2012

bunshin- nasıl yiyiyorsunuz o limonu öyle

kampta çalıştığım zaman, limonu elma gibi ısıra ısıra kabuğuyla içiyle dışıyla herbirşeyiyle yiyen 8-9 yaşlarında bir italyan kız vardı ve en çok şaşırdığım çocuk tipiydi kendisi. hayır, ben de limonu severim, dilimlenmişini yerim gevelerim falan ama çocuk bu ya... ayrıca hadi içi tamam da limonun kabuğu acı, onunla beraber benim de teşebbüslerim oldu ama yok, benim için limon hala kabuksuz tüketilmesi gereken bir şey.

neyse limonla daha fazla uzatmayayım,nerden aklıma estiğine geçeyim... bunshin adlı japon dizisinin bana göre gizli kahramanı limon; bağlantıyı kuralım, kişilerin duygularını anlayalım diye gözümüze sokulan bir sarı.



ufaklığımız mariko,kimi çocukların yaptığı gibi anam beni sevmiyor evlatlığım ben hezeyanları geçirmektedir içinden de bunu pek dillendiremez. derken evde çıkan bir yangın sonucu annesi ölür, kötü anılar da bir bakıma onun beraberinde... ve hop, 7 yıl mı 9 yıl mı ne şimdi unuttum ilerisine atlarız, mariko kızımız büyümüş de üniversiteleri bitireyazacak çağa gelmiştir. o, paşa paşa raporunu yazarken televizyonda rockçı-mariko2 kısacık bir ropörtaj verir, vee bu kızların doğumlarındaki gizemi gizem demeyeyim deneysel çalışmaları bilenler bir heyecanlanırlar, olaylar olaylar..

yok esasında 5 bölümlük dizinin 3 bölümünde öyle aman aman bi olay yok, ama buna rağmen izlenir bir şeyler çıkmış bence. mariko, ben biliyordum işte anam babam bunlar değil diyip rockçımarikoiki yi ve babasının geçmişini aramaya tokyo yoluna düşer, mariko2'nin de hayatı televizyona çıktıktan sonra durağan kalmaz tabi, anneye karşı gelmeler, pişman ettirmeler, ve kim benim babam sorusuyla geçmişi o da araştırmaya başlar...

özetle böyle. üçüncü bölümden gizemi/olayı çözdüler gibi duruyor, dörtte kaçırma, beşte de kurtarma operasyonuyla bitirirlerse pek hayalkırıklığına uğrarım. daha komplike bir teoriler-gizemler bekliyorum bu diziden


ama yine de japon dizilerinin beş bölüm on bölüm,bölüm sayısı ve süre açısından uzatmadan bitmesini seviyorum -ve hana kimi gibilerin absürd mizahını-. evde tekken yemek yemeyi sevmeyen ben gibiler için pek ideal


bu arada limona geri dönersek... dizi kitaptan uyarlama, kitabın kapağı da limonlu imiş. merak ediyorum niye seviyor bu kızlar limonu, embriyo ayırmayı limonla mı yaptı,limon suyuna mı yatırdı nedir çılgın prof...

limon suyuna yatırmak deyince de. sashimiyi falan geçip, cevichenin güzelliğine yönelsek cümleten de peruluları sıla hasretinden kurtarsak... diğer bir deyişle heryerde olsa da yesek

Saturday, February 25, 2012

çılgın noktalar

renkli, ürkütücü, büyüleyici, şaşırtıcı, uzak durulası, içinde kaybolası gibi bir çok duyguyu yansıtabilen o noktalar...


ve bu çılgınlığın içinde karar veremiyorum hangi çalışmasının resmini örnek olarak koysam diye, ve kolaya kaçıp google resim aramasından çıkan ekran görüntüsünü paylaşmayı tercih ediyorum. e o da bi kolaj sayılır diye de mazeretimi sürerim.


"...a polka-dot has the form of the sun, which is a symbol of the energy of the whole world and our living life, and also the form of the moon, which is calm. Round, soft, colorful, senseless and unknowing. Polka-dots become movement... Polka dots are a way to infinity."(wikipedia)

belki de? neden olmasın ki? puantiyeler değil mi bir çok ilüzyonun başlangıç noktası? zaten kusama yayoi de gördüğü halüsinasyonların sonucu noktalara sarmış.(bu arada, "varsanı" aslında güzel bir karşılık halusinasyon için, ama sanki kimsenin bilmediği bir karşılık)


nerden çıktı derseniz.. belgeseli varmış. biyografi okumayı pek sevemiyorum, ama merak ediyorum kimdir bu kişi,dolayısıyla izlemek olmadı dinlemek eğlencelidir benim için. kolaya kaçmak mı yoksa görsel hafızanın ağır basması mı bilmiyorum, hiç düşünmedim.






kadını üstteki gibi çatlaksanatçıteyze olarak göstermeyip tanıtan kısa bir video ise şuradan izlenebilir:



Kusama - world art(ist) from Krešo J. on Vimeo.

Monday, February 20, 2012

KMT! "ölümsüzlük keşfedildi... duymadınız mı?"

bu ara kendimce kayda değer birşey izlemedim, çok da vaktim yok ama şimdi aklıma gelip saate bakınca burada da bahsedeyim dedim. "kurtulun makinaları taşımaktan!"



demirhan baylanı severim ben. şarkıları, orjinal-aykırı fikirleri, yazıdaki eğlenceli dili... konserlerine denk gelememiş olsam da eminim orada da eğlendiriyordur, böyle bi güven var içimde.


neyse; saate bakmışken dedim... kendisinin yeni albümün hemen akabindeki yeni projesinden, hikayesinden (romanından?) bahsedeyim dedim de demirhan baylanın ağzından şimdilik bilimkurgu, eleştirel, felsefik ama eğlendirici yanı da bulunan bir gelecek hikayesi diyebileceğim her pazartesi gece 12de 10 dakikalık bir bölümü yayınlanan,  biryerlerde (nerede olduğunu hatırlamadığım yerlerde) 60 bölüm olacağı aklımda kalan ve bu 60 bölümde neler çıkacağını bilmediğim bu hikayeyi de dinlesin insanlar istedim
almancadan sırf bu yüzden nefret edebilecek hale gelmişken bizzat kendim cümleyi çok gereksiz yere uzatmışım, ama şimdi kesip bölemedim, direk link vereyim konuyu kapatayım daha abuk sabuk cümleler kurmadan. zaten bir saat sonra üçüncü bölüm yayınlanır herhalde  http://demirhanbaylan.blogspot.com/

Tuesday, February 7, 2012

in the mood for love after 2046...

keşke asya filmi diyince akıllara jackie chan bruce lee falan gelecek şekilde beyinlerimize işlenmeseydi de ben wong kar wai filmlerini izleme konusunda insanları ikna edebilseydim..

esas adam tony leung da kendisiyle çalışmaya bir süre ara vermiş.. okuyunca aklıma geldi,bir ara belki filmleri de anlatırım

son filmin fragmanı bende pek heyecan yaratmadı ama wong kar wai bu, en kötü ihtimal izlemelik birşeyler fazlasıyla vermiştir.



belki sonunda kardeşle beraber izleyecek bir film bulmuşumdur?

Sunday, February 5, 2012

Dogani/Silenced- gong yoo dan ziyade ah o çocuklar yok mu



gong yoo güzel adam vesselam. ama bu filmin başrolü değilmiş, iyi ki de değilmiş.. 

yani demek istediğim filmi yüzüne kurban gülüşüne heyran şeklinde izlemenize izin vermiyor, ana konudan saptırıp kendi üstüne çekmiyor ilgiyi,ve filmi alıp götüren o üç çocuk aslında. aferin kerata dedim kendi kendime, egosu tavan yapmamış. gong yoo nun canlandırdığı karakter herhangi biri olabilirdi, ama masum yüzlü gong yoo nun olması iyi olmuş öğretmenin ilk baştaki tereddütlerine güzel uymuş.. genel olaraksa fena değil diyebileceğim bir film.



yatılı bir işitme engelliler okulundaki çocuk istismarı üzerine film.direk konuya giriyor lafı dolandırmadan ve çıkamıyor. gerçekte de çıkamamışlar zaten, -hmm spoiler olmuş bu sonrası- filmin sonunda yazana göre zanlıların bazıları okula geri dönmüş dava kapanmış ama çocukların haklarını aramaya çalışıyorlarmış hala.

ve izlerken evet biz benzer yaşamlar sürüyoruz korelilerle diyorsunuz;esasında bilmem gerçekten de öyle midir ama insan özünde her yerde benzer davranışlar sergiliyor: rüşvet, tanıdıkla bir yere gelme, polisin "orantılı" güç kullanımı (bizeki orana yaklaşamamışlar gerçi filmde) , bürokrasi, adaletin işleyişi, insanların görmezden gelmesi, para için torununu ya da akrabasını yoka sayma, sırf dindar gözüküyor diye o kişiye toz kondurmama, ahlak, vicdan...

sinirlendim yine bak....




bizle farklı diyebileceğim şey ise şu bazı kore ve japon işlerinde de rasladığım "babasının okulu" olayı. kore ve japonyada böyle bir olay mı var anlamadım ki, baban okul yaptırdıysa krallık sizde, müdür rütbesi babadan oğula geçer diye bir kural var sanki. sorayım bakayım bunu bir ara onlara... 




ve filmin ingilizce sitesinden pek başarılı bulduğum o çocuklar: