Sunday, December 25, 2011

Tokyo tawa...

mom and me, and sometimes dad diye de devam ediyor filmin adı.

şahsen benim içimde bi ukte, tokyoya gidip de hangi akla (akılsızlığa?) hizmet burayı görmeden dönmeyi başardım hiç bir fikrim yok. bu uktenin yanında izleyemeyeceğim etkinlikleri takip edip uktelerime ukte katmak şeklinde gizli bir hobi kazandığımdan da şüphelenmiyor değilim. mesela istanbulda olmamama rağmen japon filmleri festivalinin programına göz atmak da bunlardan biri. ve burada gözüme kestirdiğim fakat ancak izleme fırsatı bulduğum "tokyo tower: mom and me, and sometimes dad "

bir çocuk, bir herşeyoğlumiçin annesi, büyüme süreci, bazen gördümüz artistözgürveayyaşruh baba, ve sembolik olarak tokyo tower.

böyle adı üstünde sade bir konu; ama çok güzel anlatımlı, ve ağlatmalı, ve düşündürmeli, ve anneyi özletmeli...



geçenlerde okuldakilerle de konuşuyorduk... tipik avrupalının (genellemeler, genellemeler..) çocuklarını adam ediş yöntemini eleştiririz, hiç bize göre değil çocuğu 18inde -bir bakıma- kapı dışarı edip noelden noele görmek. ama diğer yandan da bizim gibi kültürlerde, çocuğa ne olursa olsun destek olmak bazen çok abartı durumlara kaçabiliyor. mesela ben bile bilirim "haylaz" diye sempatikleştirilmeye çalışan çocukları için varını yoğunu tüketen bazı aileleri. ve buna karşın o çocuklar hiç veya çok geç olana kadar ailelerinin kıymetini fedakarlıklarını bilmez. ya da bilse bile hayata karşı o kadar toydur ki nasıl ayakta duracağını şaşırır. diğer yandan ailemin desteği olmadan bir yaşam bana çok korkutucu geliyor, gerçek anlamda bir tek başınalık, aidiyetsizlik...

ya da?



öyşe işte, vapurlar filan ; ve biraz da tavır veyahut tava


sırada ise ben yapmadım

Sunday, December 18, 2011

hell yeah!... detroit metal city

come ooooonnn! go to dmc!



go to hell gibi birşey olsa gerek bu go to dmc, metal kökenlerimi lisede olmadı en geç üniversite bir-iki de falan bıraktım, hatırlamıyorum pek literatürünü.. ama eğlendim filmi izlerken. animesinin ilk bir kaç bölümünü izlediğimi hatırlıyorum ama bitirmemiştim. dolayısıyla tam kıyaslayamam ama işte dediğim gibi eğlendiğim bir film oldu. zaten müzikleri gerek pop gerek metal karakterliler pek başarılıydı ama kenichi matsuyamanın dönüşümü ise ya da bunu yansıtması diyeyim muhteşemdi bence.
(muhteşem çok abartı bir kelime değil mi? "çok iyiydi" "çok sıkıydı" "başarılıydı" bunlarsa sıkıcı kelimeler?)



ben bu şahsı, norvegian woodsta da izlemişim meğerse, orada da bence onca deli kişiliklerin içinde gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyordu, burada ise gerek pimpirikli narin negishi'yi gerekse şeytan krauser'i süper yansıtıyor. çok sevdim

baktım da, çok sevdiğim animenin nefret ettiğim filminde de oynamış (nana), izlemediğim ama animesi pek güzel olan death noteta da.. severim ki böyle insanı ne diyim...






evet böyle iki zıt davranış segileyen bir karakteri yansıtıyor matsuyama kenichi... soichi negishi köyden tokyo üniversitesine gelirken isveç popu ya da singer songwriter türünde (kore filmlerinde -anlayamadığım bir şekilde- indie dedikleri) müzik yapıp insanlara hayaller sunmak isteyen kibar, narin, yardımsever, şeker gibi bir çocuktur . ama derken bir şekilde(nasılını öğrenmek için mangasını mı okumalı?) kendini black/death metal türünü başarıyla icra edip şahane anamı kesen ben babamı kesen ben misali şarkılar yazarken bulur. kendinden, bu grup için yaptıklarından ve metal camiasından tiksindiğinden etrafındaki diğer insanlara ve ailesine ne yaptığını söylemekten de utanır, ve çift karakterli bir manyağa dönmesine az kalır. ama aslında bence seviyor kerata, kızdığında falan bildiğin ortaya krauser çıkıveriyor.


sevdim, eğlendim; mesela şu tuvalet sahnesini hem animesinde hem filminde çok sevdim, punk grubunun sahnesine dalmadan önce ritim tutması da pek şekerdi krauserin, ya da filmin sonundaki konserde bir an negishinin şarkısını söylemeye başlaması...


aklımda kaldığı kadarıyla, animesinde çocuk pek de tasarım harikası bir evde oturmuyordu, stylish stylish diyip durduktan sonra bu mudur dediğimi hatırlıyorum, ya da dmc konserlerinde sahneye onlarla bir çıkan mazoşist amca da yoktu filmde, ve patron hatun o kadar sert değildi. törpülenmiş tabi alışıldık olarak film. ama yine de güzel. grubun fanları da pek süperdi

japonlar anime uyarlamalarını -nana hariç- iyi yapıyorlar sanki

a bir de animede tetrapod melon tea ile karşılaşma şekli daha hoşuma gitmişti benim.




böyle işte...
metale -tabiri caizse "sert müzik"e- alışık değilseniz, kafanız şişer izlemeyin boşuna.zaten çocuğun gül cemalini de göremeyeceksiniz

ve evet, katılıyorum: "no music, no dream"

hadi kiss dinleyelim?...



Thursday, December 15, 2011

gelelim fasulyenin faydalarına....


yok bu tesadüfen... sizin hayatlarınız hep planlı mı geçiyor ki?.. elimin altındaki okumalık kitap çok kalındı (laf aramızda teessüf edesim var sana murakami) ben de sitedeki listeyi açtım, rasgele birşeye tıkladım, bu çıktı, eski ev arkadaşımı andım ve size de diyeyim dedim, gün olur da mutfak masraflarından kısmanız gerekirse hint mutfağını kendinize örnek alın. sağlıklı mı sağlıksız mı tartışılır ama son derece ucuz bir o kadar da havalı mesela hint usulü köri soslu pilavlı pirinç yaptım demek. hiç birşey olmadı saçlarınız dökülmez, rengini değiştirmez. (o saçlar sırf genetikten öyle olmasa gerek??)


mangaya dönecek olursam, epey bir dönmem lazım yorum yapabilmem için zira sadece bir bölümünü okudum,  ve şimdilik sert baba- aklı başında kız- çapkın ama yetenekli arkadaş şeklinde gözüken karakterler pek devam etme isteği yaratmadı bende. saint young men'e mi devam etseydim? yoksa kitap? veya yapmam gerektiği gibi aktif kömürlere adsorpsiyona mı dönsem? saat oniki olmayaydı iyiydi...

Saturday, December 10, 2011

bilindik bir hikaye nasıl şaşırtıcı olur, daddy long legs?

daddy long legs'i hatırlarsınız değil mi? kitabını okumuş veya animesine trt de denk gelmişsinizdir, değil mi?



dolayısıyla, bildik bir hikaye aslında bu daddy long legs. yine de filmini çekmiş koreliler. yani en azından siz konuyu bildiğinizi sanıyorsunuz.aslında şöyle diyeyim benim için öyleydi, ve daddy long legs i geçip filmde anlatılan diğer hikayeye takıldım. üstüne bir de kandinsky dediler, ben de evet bitirmeliyim bu filmi dedim. protect the boss'da da benzeri olmuştu, bir slam dunk diyerek bir izleyici daha kazandı adamlar... neyse kandinsky..  soyut sanat eserlerine bir çoğumuzun gösterdiği yaklaşımı alt hikayedeki (ya da bizim öyle sandığımız hikayedeki) esas oğlanımız da gösteriyor. "altı neresi? üstü neresi?!?"



ana hikayeye geri dönecek olursak, kızımız tabi ki sevgili daddy long legs'inden desteğini neredeyse tüm film boyunca alıyor. ama kore filmi işte,karakterlerin yaptıkları insanda (kadınlarda?) "benim de olsun / ben de istiyoruuuğğğğm" etkisini yaratıyor, klişe dahi olsalar... mesela ayıcıklardan zerre haz etmeyen bir insan olarak ben bile aşağıdaki hediyeyle karşılaşsam canııım diye yumuşayıverirdim muhtemelen hemen.


bildik bir film gibi bu film de, ama sanırım koreliler animelerin uyarlamasını yapmak yerine böylesi insancıl hikayelerin uyarlamalarını yapma yolunda devam etmeliler, daha başarılılar bence. filmi tek cümleyle özetle deseler belki daddy long legsmişcesine özet geçerim ama filmde konuyu daha farklı bağlamışlar, ayrıntılar daha farklı, dolayısıyla aynı hikayeyi izliyormuş hissi vermiyor ve beni daddy long legste az da olsa rahatsız eden son, rahatsız ediciliğine yitiriyor.




alzheimerın hayatlarımızda yaygınlaşması mıdır sebep bilemiyorum ama sanki son zamanda anılar ve yok olma ihtimalleri üzerine daha fazla film çekilir oldu? örnek olarak kore sinemasında bile benim izlediğim "a moment to remember" ,"the last blossom" ve bu film var, belki daha fazlası da vardır. ürkütücü bir konu anılarını yitirme riski. anılarım, yaşadıklarım olmadan ben ben olarak kalır mıyım? yine bu insanları sever miyim?
filmdeki gibi kalbim gidip yine aynı kişi için atar mı?..
sanmam, ama inanmak isterdim..


ayrıca film bana "bana old and wise'ı çal"ı hatırlattı. ikisi radyoda güzel sakin müzikler eşliğinde geçiyor (biri gece diğeri gündüz), ikisi de klişeler bazı zorlama yerler içeriyor, ama yine de izleniyor.

ve bir insan için film izleyen kişiler oluyorsa, kore filminde hyun bin, türk olanda ise erkan can oynamış, çağan ırmak ise senaryo ve yönetmenliğini yapmış.

Monday, December 5, 2011

King of Baking: Kim Tak Goo

öehh ne drama ne drama, içim şişti. sankim bir yaprak dökümü ama 30 bölüm halinde ziplenmişi... yaprak dökümüne kaç yıl sığdırdılar bilmem ama burada yirmiyedi yılı falan sığdırdılar heralde o 30 bölüme. dayanamadım gerçi bir on bölüm kadar atladım. olaylar nasılsa son bölümde çözülecek onun verdiği bi gönül rahatlığı da var bu kore dizilerini izlerken genelde.

bir antique bakery bir my name is kim sam soon havası aramıştım aslında itiraf etmek gerekirse,  baking king deyince bu kadar da üst üste olaylar silsilesi beklemiyordum ama adamların da öteki türlü bir niyeti hiç olmamışmış meğersem

ve ayrıca bir kez daha anladım ki böylesine açık seçik kronolojik anlatım izlemeyi sevmiyorum, bir ileri iki geri yapsalar daha izlenir olurdu ama kim kafa yoracak o geçişleri düzgün ayarlamak için di mi belki de.. bana bebeliklerinden danalıklarından her anlarından, üstüne bir de deja-vulardan ve akabinde anıların tekrarlanışından bıkkınlık geldi.. pastanede geçen sahneler eğlenceliydi kabul de her kötünün iyi bir gerekçesi vardırı böyle karakterler kendileri eni konu dile getirince bayıyor sayın senaristler.

aslında belki sindire sindire izlemek isteyenler için iyidir, çok sevilmiş zamanında zira (belki sevmeyen bir benimdir?) king of baking imiz daha doğmadan bize karakterleri ve kişiliklerini tanıtarak başlıyor dizi, sonra çocukluğunu izliyoruz, bize bi an aksi izlenimi verse de öyle kolaydan kral olunmuyor tabi ki dramalarda. sonra da işte çileler çileler ki ne çileler,bi gidin istemiyorum sizi dese de tak goo'nun burnunu sürttürmeler kaçırmalar tartaklamalar ve mutlu -kısmen beklenmedik- bir son.. çocuk perişan oldu valla son gücüne kadar kavga edip kız kapısında bayılmaktan

ayrıca böyle de uyuz baba karakteri zor bulunur heralde. kötü desen değil iyi desen yanından geçmiyor. kişiliksiz herif. sinir oldum

şimdi böyle yazarken kendimde anneanne potansiyeli görüyorum aslında, dizi/film karakterlerine kızmacalar o öyle olurmu a kızanımlar...

neyse dizi de sevdiğim şeyler de oldu,mesela pastane sahibinin torununun geceleri yaptığı ama kimsenin sallamadığı pastalar.. getirsen bana yerdim ki bunları


o değil de gün gelsin benim de öyle kocaman tezgahım olsun yoğurayım yoğurayım yumurayım, keseyim doğrayayım mutfaktan çıkmayayım...
böyle de sıkılmam.

Thursday, December 1, 2011

moon river...



yok, breakfast at tiffanys den bahsedecek değilim, ama şu siteyi görünce aklıma gelen başlık ve sonrasındaki şarkı bu oldu, ama the honey trees versiyonu...

evet yine bir japon hatun, yine uçarı fikirler, ve uçarken çekilen kareler... artık zıplamaktan yorulmuş veyahut sıkılmış olsa da fotoğraflar çok eğlenceli. 

üstelik facebook fan sayfasında, ondan ilham alanlar da resimlerini paylaşıyorlar. birini sevdiyseniz ötekini neden sevmeyesiniz. 

Sunday, November 20, 2011

Rolling Home with a Bull ~pastoral yol hikayesi?

kore filmlerine takıldınız ama aşk-meşk-komedi-güldürü-romans-zengin erkek fakir kız-külkedisi hikayeleri falan gibi klişelerinden sıkıldıysanız buyrun size avrupa ya da bağımsız amerikan sineması-vâri ve biraz da şaka gibi bir pastoral yol hikayesi...

böyle bir tanımlama literatürde var mı bilemiyorum o kadarını, ama bir adam-bir öküz-ve gittikçe gidilen yollar-geçmişle karşılaşmalar- kendini bulmalar-doğa-köy hayatı şeklinde ana kelimeler kullanılarak özetleyince böyle bir tanımlama yaptırıyor film bana ..

greatest love, hello my teacher veya pasta dizilerinden göze ilişmiş gong hyo jin, veya little prince'ten park won sang ı görünce oyuncu listesinde, yine aşağı yukarı klasik bir kore filmi sanmıştım ama adının cazibesine kapılıp bi bakayım yahu diyerek izlemeye başladım. rolling home with a bull... oldukça eğlenceli durmuyor mu?


adını filmi izler izlemez unuttuğum esas oğlanımız, tarlaya koşmak ineklere bakmak şeklinde tipik bir köy hayatı içine doğmuşken isyanlara gelip şehre-uzağa- okumaya gider, olaylar gelişir, hayat kahpeliğini yapar ve esas oğlan köyüne döner... tabi bir yaştan sonra erkek adam baba dırdırına eskisi gibi tahammül edemez, şehir görmüş insan ise inek gütmeye bok temizlemeye... ikisi bir insanda birleşince de adamgil alır başını -ve babasının canı ciğeri biricik öküzünü beraberinde- yola koyulur,sözde öküzü satma amacıyla...

yol hikayesi işte bu; az giderler uz giderler dere tepe düz giderler, derken eski aşk ortaya çıkar, geçmiş deşilir-yad edilir, gidilir gidilir ve başlanan yere dönülür en nihayetinde.

tipik kore filmleri gibi olmasa da, tipik bir yol hikayesi bu film; sakin,az diyaloglu, "bence" yine de akıcı, biraz günümüz insanını eleştiren, arada absürd ve tabi ki mutlu sonla biteninden

olmasa da olur bir ayrıntı ise esas oğlanımızın şair oluşu. benim beğenmediğim gereksiz şiirler yazıyor, ama diğer insanlar beğenmiş olacak ki internette gördüğüm film özetleri hep "bir şair" diye başlıyor.



film ile zerre alakası olmayan şu şarkı ise hep bir yol şarkısı gibi gelir bana...

Saturday, November 19, 2011

an idiot abroad

yok ben değil :P

böyle bir belgeselimsi-gezi programımsı-şovumsu birşey var. simpsonlardaki homer'ı alıp uçağa atıp dünyaya salmışsın gibi.

sözde -ne kadar doğru bilemem- televizyon kanalında çalışan iki arkadaş, ortak arkadaşları 'düz adam karl'ın huysuzluklarını ve yorumlarını görüp en azından kendileri eğlenmek için ona gezi programı sunuculuğu teklif ediyorlar. karl da bi şekilde kabul ediyor. ve karl ı daha da sinir edip daha çok gülmek için arada adamı arayıp şunu yap bunu yap diyorlar.

bu kadarlık özetle komik olabileceğini düşünmemiştim bu programın ama adamın yorumları cidden süper, kopuyorsunuz işin kötü yanı, adam haksız da değil yorumlarında. karl'ın program boyunca sinir olmasının sebebi ise geziyor olmak değil, o kadar kıl bir tip değil karl, aslında etrafa uyumlu ama o zıpır iki arkadaşı halka karış, halkın yaşadığı gibi yaşa onların yediklerini ye falan dedikçe program elit, sadece güzellikleri gösteren bir gezi programı olmaktan çıkıp, halka iniyor. tabi bu halka inme aşamasında adamı yolladıkları bölgeler aslında kısmen fakir bölgeler olduğu için adam karşılaştığı durumlar karşısında çok da uzun süre sabrını koruyamıyor.
diziport'ta yayınlamaya başlamışlar türkçe alt yazıyla. tavsiye ederim izlemediyseniz. ve aslında acun firarda ya da klasik gezi programlarından daha faydalı sayılabilir, yerel halkın durumunu diğer herşeygüllükgülistanlık programlarına nazaran daha doğru bir şekilde görebiliyorsunuz.
http://diziport.com/an_idiot_abroad_1_sezon-izle



evet gerçekte karl pilkington ünlü bir komedyen imiş. ben bilmez idim öncesini. bir de bu program bazı bazı bana samanyolunda mı ne bi adam vardı gezi programı sunan, ona hatırlattı. ama bu karl ın yorumları daha süper, cidden güleceksiniz bence

Friday, November 18, 2011

mawaru penguindrum ...

bölüm sonundaki şarkının başını pek sevmiş olabilirim ama bölümün başına ise bir o kadar sinir oldum. tamam sevgili kanbanın aileyle bağlantısı olduğunu biz de anlamıştık ne gerek vardı ilk sahneden direk gözümüze sokmaya? yine de bir bildikleri vardır deyip seviyorum bu animenin gidişatını..("gidemeyişini" demek daha mı doğru olur biz izleyenler için? hikaye gidiyor da biz pek yol alamadık sanki?)
ilk sahne kan-chan son sahne de kan-chan diyordum ki kuzum himari, sen mi şaşırdın ben mi?


ayrıca mawaru demişken, şu videoyu paylaşmak isterim -esasında mawaru bahanesi olsun :) -


Sunday, November 13, 2011

bir usagi olmadı bir koharu...


yerim ben böyle çocuğu.. çocukları
allah herkese bir usagi olmadı bir koharu versin tüm dünya güzelleşir, ebeveyn stresi kalmaz, biz bebek bakanlara kolaylık olur, cümleten aydınlanmaya kavuşuruz ... 

emin değilim usagi droptan burada bahsettim mi, muhtemelen animesini izleyen herkesin ideal çocuk tipi olmuştur. demediysem diyeyim, mangasına bulaşmayın, öyle tadında bırakın bir kez olsun hikayeyi. 




neyse usagi, evet... şeker bal pak büyümüş de küçülmüş bir yumurcak sundular bize. yanında da olgun baba figürü daikichi. yani olgun sayılır. animenin sonunda süper baba oldu bile.(mangaya bulaşma, mangaya bulaşma...) 

göreceli birşey bu olgunluk. my girl isimli, aşağıda resimleri olan japon dizisinde de aynı usagi şekerliğinde bir koharu var, daikichi yerine ise yaşça ondan çok küçük, hayatta yerini ve amacını bulamamış masamune miz var. sinir olsam da bu tipe şu anki amaçsızlığımı onda da gördüğüm için çok kızamıyorum kerataya. adam oldu neyse ki sonunda, darısı artık benim başıma... 










bu şirin yavrucağın aşağıdaki tipi ise i'm a cyborg but that's ok'deki kendini şarj etmeye çalışan saybörgümüzü hatırlattı bana. biri içecek makinasına hayran öteki aya... ayrıca buradaki şarkı da güzeldi , "aya bak yıldıza bak suya giden kıza bak"tan sonra hele daha bi güzel geliyor insana..



ilk bir iki bölümü atlattıktan sonra genel hoş bir dizi denebilir. işte öyle baba-kızın birbirine alışmaları, hayalleri, realite vs.. diye yapılabilecek en basit özeti yapabilirim bu dizi için. ilk bölümlerini, daha doğrusu gençlik hallerini ve çekimlerini hiç sevmedim. bir de anaokulundaki öğretmeni. çok dedikoducu tipli.
mesela usagi ve my girl ü birbirine benzetmemdeki diğer neden de yan karakterler. yine bir eşinden ayrılmış anne ve haylaz erkek çocuğu, birbirine destek olmalar, ailenin ilk tavrı, ve diğer tipler... birbirini anımsattılar bana.

anime ve dizi de farklı iki manganın uyarlaması. usagi, adı üstünde usagi drop un 2005 yılında yayınlanmaya başlanmış bir manga, my girl ise mizu sahara (sumomo yumeka) isimli kadının 2007 de başladığı mangası.. birbirine benzer şeyler.yine de abartının olmadığı japon dizilerini sevenler varsa önerebilirim.. baba figürleri "kızım için" mottosu dışında farklı karakterlere sahipler en azından..


bi de...  japonlar çekim setine de mi terlikle giriyor, yuh artık dedim

Saturday, October 29, 2011

gosick

son zamanlarda yaptığım tercihlerin içinde bir yerinde hayatımdan parçalar bulmayı mı seviyorum nedir anlamadığım bir şuursuzluğum var.


mesela blogu ilgilendirecek kesimlerden örnek verecek olursam parttime işlerden dolayı working i izlemek, bartenderla ristorante paradisoya tapmak, keza antique bakery filmini çok sevmek, slam dunk tan bahsetti diye protect the boss izlemek, i m a cyborg but thats okdeki yodelinge bayılmak, alplerde isviçreye sınırı olan uydurma bir ülkede geçiyor diye okuduğumdan gosick izlemek, gibi... aklıma gelenler bunlar şimdilik, böyle bir dünya benim etrafımda dönüyor halleri diğer bir deyişle.




ama bu son örnekte isyan ediyorum, pes ediyorum akşam akşam izlediğim 9 bölümlük gosickten sonra..

oysa ki yine umutluydum, arka plandaki alpler, kızın tren yolculuğundaki halleri, kehkeh gülmeleri, espri anlayışı, polisiyesi, aptal abisi, tipik ya da klişe denebilecek saf yardımsever japon çocuk...  ama şu sonraki bölümler çok sıktı beni. şuraya yazıyorum da sonra ne izlesem ne izlesem dersem kaldığım yerden sıkılmaya devam edeyim.

yok öyle demeyeyim, aslında hala umutluyum, yirmi küsür bölümlük seri illa bir yerinde düzelir di mi?
değil mi??



adam gibi eğlendirirler di mi bu kızı? önüne öyle çerezler sunmazlar yirmi bölüm boyunca? daha japon çocuğumuzun güçlüadamolucamişkenceleri-acıları falan da girer heralde işin içine?

gosicki, "go sick"e çevirmezler di mi?




o değil de; ooooo opa cupa...lumbaj , lumbaj, lumbalaj ajde ajde ajde,lumbaj , lumbaj, lumbalaj ajde ajde ajde....

Friday, October 28, 2011

paradiso kissu




sevemedim seni.

sevemedim, george un cool ve elegantlığını yavaş hareket ederek sağlamaya çalışmasını, bazı sahnelerin sırf mangayı okuyanlar hatırlasın ama diğerleri anlamış olmasın havada kalsın diye konulmasını, sarı-pembe punk çiftin punklığının sadece piercingle verilmiş olmasını, hikayenin koşturmacayla geçiştirilmiş olmasını ama gereksiz yavaş bi oyunculuk sunulmasını, anne-kız-kendini bulma, ya da caroline-george olaylarının anlamsızlaştırılmasını, ve o en sonda yaptıkları kıyafetin rezil edilmesini... sevemedim evet. goergeun zamparalığı bile yoktu. ama yine de nana dan daha başarılı bir live-action olmuş. (live action kelimesini de kim çıkardıysa artık...)

ya aslında o kadar kötü değil, yeni ergenler sever muhtemelen de ben yıllar evveli okuyup hem mangasını hem animesini pek sevdiğim şeyin böyle üstünkörü geçilmesine kızdım. 




j




ai yazawa iyileşse de şu rock- punk ruhlu mangalara devam etse...

Wednesday, October 19, 2011

6 billion others





enteresan bir belgeselimsi. bazı konularda sorular soruluyor bir çok ülkeden insana, bazen alakasız olduğunu düşündüğünüz insanlar benzer cevaplar veriyor bazen de tersi.. özünde insan, insan işte..

aşağıdaki videoda, ilk amca çok şeker

Monday, October 17, 2011

once upon a time there was a pig...

... a pig whose name i dont remember at all
did he have a name to begin with??


.... is what i ve been imagining but truth is something like below... 
yep, rain still makes me happy. i mean happier than snow..




"Ai No Shitsutakabutta"

Sunday, October 2, 2011

yordun beni penguin drum




bişeyleri çözümlemeye başlasaydık biraz biraz, gitgide daha çok soru işareti oluşuyor sanki? bir de git gide açılış müziği hipnotik etkiler yaratıyor sanki bende

Saturday, September 24, 2011

charles aznavour

uyuştu galiba sonunda beynim. abartısız iki saattir bu adamın şarkıları çalıyormuş en son ben niye daraldım yaşlanmış çökmüş gibi hissettim diye düşünürken farkettim, playlist açık kalmış bişeyler okurken arada aşağı çamaşır yıkamaya giderken falan ben onu öyle sokağın gürültüsüymüşcesine benimsemişim..
halbuki en son hatırladığım yesterday when i was young ı dinlemeye niyetlenmiştim.. iyice elveda yaz, once in a summer modlarındayım...

Wednesday, September 21, 2011

Yoko Furusho

dream pop demiştim ya önceki yazıda, dream art yok değil mi... hep kore mi bir de japon olsun. üstelik bu kadını ben eni konu takip ediyorum bir süredir, kore grupları gibi kısa bir geçmişim yok kendisiyle. amerikada yaşayan japon bir artist, ama ne çizse seviyorum. hele bir de ayakkabıları var ki geçen sene mi ne keds için tasarladığı, edineceğim bir vakitler yoksa içimde kalacak

sitesi, ve sitesinden bazı çizimleri: http://yokofurusho.com/






Sunday, September 18, 2011

müzik

koreden başlamış giderken müzik de diyelim.. ben sanırdım ki koreden adam gibi müzik grubu çıkmaz. kpop denen benim için ürkütücü ve sonsuz sayıdaki üyelerden oluşan gruplar yüzünden bu izlenimi edinmişim meğersem. a yalnız hakkını vermek lazım, bana hitap etmese de eni konu uğraşıp manyak şovlar danslar yapabiliyorlar konserlerinde. yiğidi öldür hakkını yeme lafı cuk oturabilir buraya. yazık la yalnız, çocuktan alıp belli karakter kalıplarının içine sokulmuş, hatta onunla da yetinilmemiş dizi dizi estetik ameliyatlarına sokulmuş tipler. bildiğin -benim anlayamayacağım nedenlerden- hayatlarını adamış insanlar ya da çocuklar. küçük hakkaten bu kpopçuların yaşı

ama bunun dışında bir indie/ singer-songwriter türünde giden insanlar var ki bunlar şahane albüm tasarımları ve huzur dolu müzik yapabiliyorlar.

benim eni konu dinlediğim bir tearliner var ki herkesler dinlesin isterim. müzik benim günlük hayatımda önemli sayılabilecek bir yer tutuyor; moralim bozuk olduğundaysa bir demirhan baylan dinler dururdum, artık tearliner ı da ekledim buna. bilemediğim bir sebepten bu demirhan baylanın her şarkısı bana mutlu geliyor. tearliner için aynısını söyleyemeyecek olsam da, daha da bir bilmediğim sebepten bu adamların yaptığı müzik de benim moralimi düzeltiyor.
sanırım coffee prince dizisiyle ünlendi bu grup, koreli değilim korece bilmiyorum, koreyle haşır neşir oluşum şunun şurasında bi kaç aylık ve ben tembel bir insanım, nereden bileyim demeye getiriyorum. atmasyonumun dayanağı başka başka dizilere de şarkı yapmış olmalarına rağmen aralarından en ünlü olan dizi coffee prince (gong yoo etkisi?)
coffee princesis biz klip örneği youtubedan misal



yok cidden anlamıyorum bildiğin depresif müzik yapıyorlar, benim üzerimde niye pozitif etkisi var...

hadi şu biraz daha neşeli...




bunu seven bunu da sevdi şeklinde bu adamın alt grubu olan low end project de ayrı bir şahane.. azıcık daha farklı stilleri. galiba coffee princete bu isimle müzik yapmışlardı ya da ben şu anda attıkça atayım modundayım kim bilir...

özellikle şu larkılarını pek pek çok pek sevmekteyim






aklıma gelmişken, benim last.fm sayesinde rasladığım pastel music diye bir yapımcı/şirket öyle birşey var korede ve bu türde müzisyenler bünyesinde. müziklerini beğenmediğimin en olmadı albüm tasarımlarını seviyorum ben. sevesim mi var bilemedim ki. bunca yıllık japonya münasebetlerim var mesela japon müzikleri etnik müziği modenle harmanlayanlar dışında sevdiğim aklımda yer eden bir şey çıkmadı o ülkeden. ama gel gör ki şurda bir kaç aydır kore sinemasından ötürü müziğine de yönelmişliğim var ve bildiğin anlamasam da dinliyorum adamları.
-tearliner ayrı, yaşasın zorlama aksanı/telafuzu olmayan koreliler-


neyse devam edeyim sevdiklerimi sıralamaya

wishlist:
bunlar da pek şeker müzik ve klip yapıyorlar, yirim
gerçi bunlar hakkında youtubeta olan kadarını biliyorum. ama olsun




hele de şu:



atla da gel diyor bildiğin... pek güzel bir yol şarkısı. kafamda kaz dağları yolları canlanıyor. ahah ama salak ben bu yazki hızlı turumda bunları yanıma almadım. anca canlanır yani yollar kafamda...


başka başkaaa...blog yazarken oturup eni konu düşünüyor mu acep insanlar. bense kafasını önceden değil anlık kullanan bir insanım. şimdi kalakaldım kimden bahsetsem diye...


çok sevdiğim diyemeyeceğim ama şu şarkısını mütemadiyen dinleyebileceğim nell diye bir grup var bunlardan başka..(ya da sırf adı kolay olduğu için hemen akla gelen?)  üsttekilerden sıkıldıysanız az daha hareketli, hatta diğer şarkıları daha hareketliydi galiba ama bana pek hitap etmedi..





şimdi bu gruplar indie diye geçiyor benim gördüğüm yerlerde, lakin ben neren indie leyn demek istiyorum yetkili merci bulamıyorum...
sevgili tearliner adamı (adı her neyse... balık beyinli ben için şunca grubu bi çırpıda yazmak bile bir iş) dream pop diye yazmıştı bir yerde sanki, indie den daha iyi bir sınıflandırma olabilir bu.


biraz biraz değiştirecek olunursa türü -zaten indie dedikleri de indie değil pee diye suçu onlara atasım var- şu şarkı fena değil, çok bilmiyorum ama bu adamı dedim ya toparlayamadım şimdi olayı bari aklıma gelenler şarkıları yazayım :)





aaa sahi belle epoque denen üsttekilere benzer tınıl tınıl mınıl türünden bir grup var bu da hoş. aynı isimde fransız da bir grup varken niye gidip aynı ismi almışlar bilemem. ayrıca bunlar için durup durup dinlerim hep dinleyebilirim diyemeyeceğim nedense kadın sesini uzun süre dinlemek yoruyor beni..






bu yazının özeti: youtube, sen olmasan ben derdimi nasıl anlatırdım


ayrıca en sona en şahanesini bıraktım, bunu tüm dünya bilsin istiyorum. çok eğlenceli ya.. Chang Kiha and the Facesden gelsin, bize de klibi evde canlandırmak düşsün... haydin eller havayaaa!!




ne parmak kasın var imiş a chang kiha..

Friday, September 16, 2011

şeker pembe

ya da kahveyle sunulan lokum gibi, masal gibi gerçek gibi...

çoğu romantik komedi kore filmi gibi bu "my love/ 내사랑 filmi de bu kıvamda eğlene sırıta ve özene bitiriyorsunuz filmi.
spoiler a kaçmadan nasıl anlatırım bilemedim bir de ben konuyu bilmeden öylesine başlayıp izledim kafam karıştı ilkten, anne baba gelecek geçmiş nasıl bir bağlantı kursam diye.. boşu boşuna kafamı yormuşum meğersem.neyse bi saf ben olmayayım siz de çekin. hem film anlattığım bir yer olmasına gerek var mı buranın ki, beğendim beğenmedim diye özet geçmek yemez mi :P

eldeki çiftlerden chio kang hee ve kam woo sung ikilisini çok sevdim ben. hatta çocuk bakma ayağına uzun yola bir daha çıkacak olursam metroda nasıl eğlenilir kitabından hazırlayıp gidebilirim.


birazcık spoilera kaçacak şu olay ise pek hoştu. bu kalemler bu kadar etkili olsa keşke. yoksa etkili de benim mi haberim yok??



ayrıca 2007 yılından bir film, ve daha o zamandan free hugs olayını bünyesine katmasını, hatta gözümüze gözümüze sokmasını çok sevdim ben!




sırf bu şirinlikler değil tabi ki, free hugs ın dışında şamanizme ve güneş tutulmasına değinmesi de benim filme vurulmamdaki diğer etkenler. izlediğim en iyi filmlerden değil kesinlikle, ama yine çıksın karşıma yine izlerim.

Thursday, September 15, 2011

scent of a woman

sonu daha başından belli bir drama bu kadar güzel bitirilemezdi sanırım, ben ağlamaktan izlenmez herhalde son bölüm derken herkese bir mutlu son düşürdüler ki çok sevdim.





kanserden korktuğumu da şuracıkta itiraf edeyim...

Wednesday, August 24, 2011

The Last Blossom- sabah sabah ne ağladım




diğer adıyla The Most Beautiful Goodbye..
çok güzel bir açılışı var bu filmin. sabah kahvaltı ederken buna kanıp başladım, sonra annemi delicesine özlediğimi farkedip devam ettim, kadının özellikle kayınvalidesiyle vedalaşmasında artık eni konu ağlar hala gelmiştim. sakin sade ama güzel işlenmiş bir film.. kanser yakalandığını son aşamada öğrenen fedakar bir annenin ailesiyle yavaş yavaş vedalaşması şeklinde özetlenebilir konusu. ve aslında kısmen mutlu son denebilir sonuna, anneme benim için doldursun diye bir defter hediye etme isteği uyandırdı bende çok geç olmadan.


Thursday, August 18, 2011

a coffee vending machine and its sword

A coffee vending machine and its sword: "To ward of defeat in his future life, a dying ninja warrior wishes to be reincarnated with a skin of steel. He returns to modern-day Korea as a coffee vending machine."




Egg robot Momo: "Egg robot Momo knows he is different from all the other robots. One day, he hears the secret surrounding his birth and forbidden love story of his parents."




Love is Protein: "At one idle night in the summer, poor housemates, Jae-ho, Kyeong-soon, and Hong-chan order a fried chicken, breaking up a piggy saving box. But not a fried chicken but a pock hock from a pock hock houseis delivered. Chicken followed after tells that he fried his son of chicken boy to bring for sale"




konulara bakar mısınız ya, çok eğlenceli


.




sondaki pırt a ise koptum

.

kim sun ah

ne yapsa izleirm insanlarımdan biri bu kim sun ah da. kim derdi ki bir korelinin takipçisi olup çıkacağım. şu aralar scent of a woman yayında,şuradan izlenebilir.
dizinin dışında sanki bir pr çalışması olarak me2day i kullanmaktalar .eğleniyorlar kendince gibi bir havası var.




buradaki paylaşımlarından dolayı şirin misin sempatik misin a hatun demek istedim kendine. dizideki diğer başrol lee dong wook ise  actor wook demeyi uygun görmüş kendine..
http://me2day.net/actor_wook

şu da sayın doktorumuz mu ki acaba dedim de yazılanları anlamaya çalışmaya üşendim şu an sonra bakarım
http://me2day.net/jekyll444

ya da settekiler http://me2day.net/wawaja79
http://me2day.net/leesorung
http://me2day.net/jiyoungs0117
http://me2day.net/mirmix34


scent of a woman ın tüm çekim ekibi delicesine fotoğraf paylaşıyor sanırım?

neyse...




aptal da olabiliyor, seksi de, zeki de, çemkirik de, orta yaşlı da genç de, kilolu da zayıf da...ve hüzünlü. hüzünlüyü özellikle ayrı bıraktım, çok hüzünlü bakabiliyor bu kadın, böyle çok çileler çekmiş olduğuna inandırıyor beni öyle olunca da. bir de filmleri için çok diyemeyeceğim ama oynadığı diziler çok eğlenceli.  çemkirirkenki halleri özellikle.

gıkını da çıkarmıyor gibi bi hali var kadının . mesela city hall de eni konu linç ettiler kadını yumurtayla domatesle, yine de oynamış. hatta gözü enfeksiyon kapmış diye okumuşluğum da var, ya da my lovely sam soon/my name is kim sam soon için on kilo almışlığı...

ayrıca yaptığı işlerin orasına burasına kısa da olsa dansı sokuşturmasını seviyorum. scent of a woman zaten tango kursu üzerinden geçiyor, city hall de de vardı, my name is kim sam soonu izleyeli çok oldu, izlediğim ilk kore dizisiydi sanırım, afişinde dans eden bir çift vardı, when its at night dan ise emin değilim şimdi. zaten kim seon ah rol almasaydı sonuna kadar izlemezdim heralde onu. pek sıkıldım sonlara doğru






bu bi rain i de aktör sanırdım ben I'm a Cyborg But That's OK den ötürü, bir senelik bile olmamış asya sineması sevgisi bu kadar oluyor işte.

city hall deki dans da pek eğlenceli, ki bu tip müziklerden -üstteki şarkı da dahil- hiç hazetmem




şooori şoori şooori
şiti hol zaten dizi de