Sunday, December 25, 2011

Tokyo tawa...

mom and me, and sometimes dad diye de devam ediyor filmin adı.

şahsen benim içimde bi ukte, tokyoya gidip de hangi akla (akılsızlığa?) hizmet burayı görmeden dönmeyi başardım hiç bir fikrim yok. bu uktenin yanında izleyemeyeceğim etkinlikleri takip edip uktelerime ukte katmak şeklinde gizli bir hobi kazandığımdan da şüphelenmiyor değilim. mesela istanbulda olmamama rağmen japon filmleri festivalinin programına göz atmak da bunlardan biri. ve burada gözüme kestirdiğim fakat ancak izleme fırsatı bulduğum "tokyo tower: mom and me, and sometimes dad "

bir çocuk, bir herşeyoğlumiçin annesi, büyüme süreci, bazen gördümüz artistözgürveayyaşruh baba, ve sembolik olarak tokyo tower.

böyle adı üstünde sade bir konu; ama çok güzel anlatımlı, ve ağlatmalı, ve düşündürmeli, ve anneyi özletmeli...



geçenlerde okuldakilerle de konuşuyorduk... tipik avrupalının (genellemeler, genellemeler..) çocuklarını adam ediş yöntemini eleştiririz, hiç bize göre değil çocuğu 18inde -bir bakıma- kapı dışarı edip noelden noele görmek. ama diğer yandan da bizim gibi kültürlerde, çocuğa ne olursa olsun destek olmak bazen çok abartı durumlara kaçabiliyor. mesela ben bile bilirim "haylaz" diye sempatikleştirilmeye çalışan çocukları için varını yoğunu tüketen bazı aileleri. ve buna karşın o çocuklar hiç veya çok geç olana kadar ailelerinin kıymetini fedakarlıklarını bilmez. ya da bilse bile hayata karşı o kadar toydur ki nasıl ayakta duracağını şaşırır. diğer yandan ailemin desteği olmadan bir yaşam bana çok korkutucu geliyor, gerçek anlamda bir tek başınalık, aidiyetsizlik...

ya da?



öyşe işte, vapurlar filan ; ve biraz da tavır veyahut tava


sırada ise ben yapmadım

Sunday, December 18, 2011

hell yeah!... detroit metal city

come ooooonnn! go to dmc!



go to hell gibi birşey olsa gerek bu go to dmc, metal kökenlerimi lisede olmadı en geç üniversite bir-iki de falan bıraktım, hatırlamıyorum pek literatürünü.. ama eğlendim filmi izlerken. animesinin ilk bir kaç bölümünü izlediğimi hatırlıyorum ama bitirmemiştim. dolayısıyla tam kıyaslayamam ama işte dediğim gibi eğlendiğim bir film oldu. zaten müzikleri gerek pop gerek metal karakterliler pek başarılıydı ama kenichi matsuyamanın dönüşümü ise ya da bunu yansıtması diyeyim muhteşemdi bence.
(muhteşem çok abartı bir kelime değil mi? "çok iyiydi" "çok sıkıydı" "başarılıydı" bunlarsa sıkıcı kelimeler?)



ben bu şahsı, norvegian woodsta da izlemişim meğerse, orada da bence onca deli kişiliklerin içinde gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyordu, burada ise gerek pimpirikli narin negishi'yi gerekse şeytan krauser'i süper yansıtıyor. çok sevdim

baktım da, çok sevdiğim animenin nefret ettiğim filminde de oynamış (nana), izlemediğim ama animesi pek güzel olan death noteta da.. severim ki böyle insanı ne diyim...






evet böyle iki zıt davranış segileyen bir karakteri yansıtıyor matsuyama kenichi... soichi negishi köyden tokyo üniversitesine gelirken isveç popu ya da singer songwriter türünde (kore filmlerinde -anlayamadığım bir şekilde- indie dedikleri) müzik yapıp insanlara hayaller sunmak isteyen kibar, narin, yardımsever, şeker gibi bir çocuktur . ama derken bir şekilde(nasılını öğrenmek için mangasını mı okumalı?) kendini black/death metal türünü başarıyla icra edip şahane anamı kesen ben babamı kesen ben misali şarkılar yazarken bulur. kendinden, bu grup için yaptıklarından ve metal camiasından tiksindiğinden etrafındaki diğer insanlara ve ailesine ne yaptığını söylemekten de utanır, ve çift karakterli bir manyağa dönmesine az kalır. ama aslında bence seviyor kerata, kızdığında falan bildiğin ortaya krauser çıkıveriyor.


sevdim, eğlendim; mesela şu tuvalet sahnesini hem animesinde hem filminde çok sevdim, punk grubunun sahnesine dalmadan önce ritim tutması da pek şekerdi krauserin, ya da filmin sonundaki konserde bir an negishinin şarkısını söylemeye başlaması...


aklımda kaldığı kadarıyla, animesinde çocuk pek de tasarım harikası bir evde oturmuyordu, stylish stylish diyip durduktan sonra bu mudur dediğimi hatırlıyorum, ya da dmc konserlerinde sahneye onlarla bir çıkan mazoşist amca da yoktu filmde, ve patron hatun o kadar sert değildi. törpülenmiş tabi alışıldık olarak film. ama yine de güzel. grubun fanları da pek süperdi

japonlar anime uyarlamalarını -nana hariç- iyi yapıyorlar sanki

a bir de animede tetrapod melon tea ile karşılaşma şekli daha hoşuma gitmişti benim.




böyle işte...
metale -tabiri caizse "sert müzik"e- alışık değilseniz, kafanız şişer izlemeyin boşuna.zaten çocuğun gül cemalini de göremeyeceksiniz

ve evet, katılıyorum: "no music, no dream"

hadi kiss dinleyelim?...



Thursday, December 15, 2011

gelelim fasulyenin faydalarına....


yok bu tesadüfen... sizin hayatlarınız hep planlı mı geçiyor ki?.. elimin altındaki okumalık kitap çok kalındı (laf aramızda teessüf edesim var sana murakami) ben de sitedeki listeyi açtım, rasgele birşeye tıkladım, bu çıktı, eski ev arkadaşımı andım ve size de diyeyim dedim, gün olur da mutfak masraflarından kısmanız gerekirse hint mutfağını kendinize örnek alın. sağlıklı mı sağlıksız mı tartışılır ama son derece ucuz bir o kadar da havalı mesela hint usulü köri soslu pilavlı pirinç yaptım demek. hiç birşey olmadı saçlarınız dökülmez, rengini değiştirmez. (o saçlar sırf genetikten öyle olmasa gerek??)


mangaya dönecek olursam, epey bir dönmem lazım yorum yapabilmem için zira sadece bir bölümünü okudum,  ve şimdilik sert baba- aklı başında kız- çapkın ama yetenekli arkadaş şeklinde gözüken karakterler pek devam etme isteği yaratmadı bende. saint young men'e mi devam etseydim? yoksa kitap? veya yapmam gerektiği gibi aktif kömürlere adsorpsiyona mı dönsem? saat oniki olmayaydı iyiydi...

Saturday, December 10, 2011

bilindik bir hikaye nasıl şaşırtıcı olur, daddy long legs?

daddy long legs'i hatırlarsınız değil mi? kitabını okumuş veya animesine trt de denk gelmişsinizdir, değil mi?



dolayısıyla, bildik bir hikaye aslında bu daddy long legs. yine de filmini çekmiş koreliler. yani en azından siz konuyu bildiğinizi sanıyorsunuz.aslında şöyle diyeyim benim için öyleydi, ve daddy long legs i geçip filmde anlatılan diğer hikayeye takıldım. üstüne bir de kandinsky dediler, ben de evet bitirmeliyim bu filmi dedim. protect the boss'da da benzeri olmuştu, bir slam dunk diyerek bir izleyici daha kazandı adamlar... neyse kandinsky..  soyut sanat eserlerine bir çoğumuzun gösterdiği yaklaşımı alt hikayedeki (ya da bizim öyle sandığımız hikayedeki) esas oğlanımız da gösteriyor. "altı neresi? üstü neresi?!?"



ana hikayeye geri dönecek olursak, kızımız tabi ki sevgili daddy long legs'inden desteğini neredeyse tüm film boyunca alıyor. ama kore filmi işte,karakterlerin yaptıkları insanda (kadınlarda?) "benim de olsun / ben de istiyoruuuğğğğm" etkisini yaratıyor, klişe dahi olsalar... mesela ayıcıklardan zerre haz etmeyen bir insan olarak ben bile aşağıdaki hediyeyle karşılaşsam canııım diye yumuşayıverirdim muhtemelen hemen.


bildik bir film gibi bu film de, ama sanırım koreliler animelerin uyarlamasını yapmak yerine böylesi insancıl hikayelerin uyarlamalarını yapma yolunda devam etmeliler, daha başarılılar bence. filmi tek cümleyle özetle deseler belki daddy long legsmişcesine özet geçerim ama filmde konuyu daha farklı bağlamışlar, ayrıntılar daha farklı, dolayısıyla aynı hikayeyi izliyormuş hissi vermiyor ve beni daddy long legste az da olsa rahatsız eden son, rahatsız ediciliğine yitiriyor.




alzheimerın hayatlarımızda yaygınlaşması mıdır sebep bilemiyorum ama sanki son zamanda anılar ve yok olma ihtimalleri üzerine daha fazla film çekilir oldu? örnek olarak kore sinemasında bile benim izlediğim "a moment to remember" ,"the last blossom" ve bu film var, belki daha fazlası da vardır. ürkütücü bir konu anılarını yitirme riski. anılarım, yaşadıklarım olmadan ben ben olarak kalır mıyım? yine bu insanları sever miyim?
filmdeki gibi kalbim gidip yine aynı kişi için atar mı?..
sanmam, ama inanmak isterdim..


ayrıca film bana "bana old and wise'ı çal"ı hatırlattı. ikisi radyoda güzel sakin müzikler eşliğinde geçiyor (biri gece diğeri gündüz), ikisi de klişeler bazı zorlama yerler içeriyor, ama yine de izleniyor.

ve bir insan için film izleyen kişiler oluyorsa, kore filminde hyun bin, türk olanda ise erkan can oynamış, çağan ırmak ise senaryo ve yönetmenliğini yapmış.

Monday, December 5, 2011

King of Baking: Kim Tak Goo

öehh ne drama ne drama, içim şişti. sankim bir yaprak dökümü ama 30 bölüm halinde ziplenmişi... yaprak dökümüne kaç yıl sığdırdılar bilmem ama burada yirmiyedi yılı falan sığdırdılar heralde o 30 bölüme. dayanamadım gerçi bir on bölüm kadar atladım. olaylar nasılsa son bölümde çözülecek onun verdiği bi gönül rahatlığı da var bu kore dizilerini izlerken genelde.

bir antique bakery bir my name is kim sam soon havası aramıştım aslında itiraf etmek gerekirse,  baking king deyince bu kadar da üst üste olaylar silsilesi beklemiyordum ama adamların da öteki türlü bir niyeti hiç olmamışmış meğersem

ve ayrıca bir kez daha anladım ki böylesine açık seçik kronolojik anlatım izlemeyi sevmiyorum, bir ileri iki geri yapsalar daha izlenir olurdu ama kim kafa yoracak o geçişleri düzgün ayarlamak için di mi belki de.. bana bebeliklerinden danalıklarından her anlarından, üstüne bir de deja-vulardan ve akabinde anıların tekrarlanışından bıkkınlık geldi.. pastanede geçen sahneler eğlenceliydi kabul de her kötünün iyi bir gerekçesi vardırı böyle karakterler kendileri eni konu dile getirince bayıyor sayın senaristler.

aslında belki sindire sindire izlemek isteyenler için iyidir, çok sevilmiş zamanında zira (belki sevmeyen bir benimdir?) king of baking imiz daha doğmadan bize karakterleri ve kişiliklerini tanıtarak başlıyor dizi, sonra çocukluğunu izliyoruz, bize bi an aksi izlenimi verse de öyle kolaydan kral olunmuyor tabi ki dramalarda. sonra da işte çileler çileler ki ne çileler,bi gidin istemiyorum sizi dese de tak goo'nun burnunu sürttürmeler kaçırmalar tartaklamalar ve mutlu -kısmen beklenmedik- bir son.. çocuk perişan oldu valla son gücüne kadar kavga edip kız kapısında bayılmaktan

ayrıca böyle de uyuz baba karakteri zor bulunur heralde. kötü desen değil iyi desen yanından geçmiyor. kişiliksiz herif. sinir oldum

şimdi böyle yazarken kendimde anneanne potansiyeli görüyorum aslında, dizi/film karakterlerine kızmacalar o öyle olurmu a kızanımlar...

neyse dizi de sevdiğim şeyler de oldu,mesela pastane sahibinin torununun geceleri yaptığı ama kimsenin sallamadığı pastalar.. getirsen bana yerdim ki bunları


o değil de gün gelsin benim de öyle kocaman tezgahım olsun yoğurayım yoğurayım yumurayım, keseyim doğrayayım mutfaktan çıkmayayım...
böyle de sıkılmam.

Thursday, December 1, 2011

moon river...



yok, breakfast at tiffanys den bahsedecek değilim, ama şu siteyi görünce aklıma gelen başlık ve sonrasındaki şarkı bu oldu, ama the honey trees versiyonu...

evet yine bir japon hatun, yine uçarı fikirler, ve uçarken çekilen kareler... artık zıplamaktan yorulmuş veyahut sıkılmış olsa da fotoğraflar çok eğlenceli. 

üstelik facebook fan sayfasında, ondan ilham alanlar da resimlerini paylaşıyorlar. birini sevdiyseniz ötekini neden sevmeyesiniz.